14 Şubat 2024 Çarşamba

# gezdim

ÖZBEKİSTAN GEZİ REHBERİ 2 ( ÖN HAZIRLIK )

 BUHARA 



1.GÜN

                                       ARK KALESİ (30.000)

                                  ↓ 5 DK YÜRÜME 

                            BOLO HAUZ MOSQUE 

                                  ↓ 8 DK YÜRÜME

                        İSMAİL SAMANİ TÜRBESİ

                                   ↓ 16 DK YÜRÜME 

       KALAN CAMİ / KALAN MİNARE / GECESİ*

                                     ↓ 4 DK YÜRÜME

                             ULUĞ BEK MEDRESESİ

                                      ↓ 7 DK YÜRÜME 

                 LYABİ KHAUZ / OLD BUKHARA YEMEK 

                                      ↓ 9 DK YÜRÜME 

                            ÇAR MİNAR MEDRESE 

                                      ↓ TAKSİ 

 Annesinin kabri de bugün Bahâüddîn diye isimlendirilen Kasr-ı Ârifân köyündedir. Nakşibend Hazretleri’nin türbesini ziyarete gelenler, Hâce Hazretleri’nin vasiyeti îcâbı, önce annesinin kabrini ziyaret ederler.

Genellikle evliya türbelerinin/mezarlarının (Bazen de Timur’un türbesinde gördüğümüz gibi sevilen yöneticilerin türbelerinde) yanına dikilen “tuğ” adı verilen uzun bir ağaç direkle işaretleme geleneği var. Bu devasa ağaç direklerin, ucuna bir de at kuyruğu asılıyor. Bu gelenek orasının kutsallığının ta uzaktan anlaşılmasına işaret eden bir Türk ve Moğol geleneği… Ve bu gelenek yüzlerce yıldır devam ediyor.

             ŞAHI NAKŞİBEND BEHAEDDİN TÜRBESİ

                                      ↓ TAKSİ 

                   SEYYİD EMİR KÜLAL HAZRETLERİ


2.GÜN

                               ARİF RİVEGERİ TÜRBESİ

                                            ↓ TAKSİ

 MAHMUD İNCİR FAGNEVİ HAZRETLERİ TÜRBESİ

                                            ↓ TAKSİ

  ABDÜLHALİK GÜCDVANİ HAZRETLERİ TÜRBESİ

                                            ↓ TAKSİ

MUHAMMED BABA SEMMASİ HAZRETLERİ TÜRBESİ


ARK KALESİ

Ark kalesi, kadim kent Buhara’nın en eski yapılarından biri.Orta Asya’yı istila eden Moğol ordularından, Buhara da kurtulamadı.Ark Kalesi,Cengiz Han’ın istilasında ciddi hasar gördü ve son şeklini 16’ncı yüzyılda aldı.

4 Hektarlık Alana sahipken Buhara Emirinin kaçma ihtimaline karşı arka girişteki 3 hektarlık alan bombolandı.

Bolşevikler zamanında uçaklarla atılan toplar müzenin girişinde görebilirsiniz.Girişteki odalar mahkemeyi bekleyen tutukluların kaldığı yerler.Zamanında hükümdarı ziyarete gelenlerin gözünü korkutmak için yapılmış. Burada aslında başka bir zindan da bulunuyor. Büyük bir çukur şeklinde düzenlenmiş olup içinde akrep yılan gibi hayvanlar ile doluymuş.Buhara’nın en son emiri Alim Han,1920 senesine kadar burada bulunmuş, Sovyetler gelmeden hemen önce Afganistan’a kaçmıştır. Asıl amacı Türkiye’ye kaçmak olan Han, bunu başaramamış ve Afganistan’da sefalet içinde ölmüştür. ( 1940 ) 

Kalenin girişindeki ahşap sütünlu cami sütunlar 18.yy kalma cennetin 8 kapısına ithafen 8 kapılı yapılmış.

Kalenin tören salonu limitasyon bir taht var emir burada oturur misafirlerini ağırlar şenlikler düzenlenirmiş.Yer altı kapısında emirin hazinesi ve değerli eşyaları saklanırmış. Emir kaçarken 10 ton altını ile kaçıp dağlara saklamış ama günümüzde bile altınlar nerede bulunamamış.Tahtın karşısındaki duvar emire dön duvarı bir hizmetli emire gelip arz ettikten sonra sırtını dönmemek için duvara kadar geri geri yürür sırtı duvara çarpınca emire dönüp gidermiş.

Seyidsane Emirin 15 atının bakıldığı yer.Selamhane her sabah 300 yakın hizmetçi vezir herkes toplanır Emir selam verip selamını aldıktan sonra herkes işine koyulurmuş.



BOLO HAUZ MOSQUE 

Külliye, ana cami, minare ve havuzu içeren kompleks yapı 18.yüzyılda inşa edilmiştir. Hükümdarların ziyaretleri için özel olarak yapılan cami hem zarif hem de görkemli tasarımı ile ziyaretçileri kendine hayran bırakmaktadır.Orta Asya’da yaşanan su kıtlıklarından dolayı halk içme suyu hizmeti veren göletler yapmıştır. Bolo Hauz Mosque önünde yer alan küçük havuz da bu amaçla yapılmıştır. Durgun suyun virüs yaydığı düşünülen Sovyet zamanında havuz boşaltılsa da günümüzde havuz hala su doludur. Cami, görkemli bir şekilde dekore edilmiştir. Caminin tavanına bağlı 20 sütun bulunmaktadır. Sütunlar ahşap malzeme ile yapılmış ve sanatsal oymalara sahiptir. Güneşin açısına göre sütunlar kimi zaman havuza yansımaktadır. Bundan dolayı cami halk arasında “Kırk Sütunlu Camii” olarak da anılmaktadır.
Girişinde Kaplumbağa Terbiyecisindeki söz olan 'Kalplerin şifası sevgiliye kavuşmaktır'yazar. 

ISMAIL SAMANI TÜRBESI 

Samaniler dönemine ait olup 958 yılında inşa edilmiştir. Bilindiği üzere günümüze ulaşabilmiş en erken tarihli türbe Abbasiler dönemine ait olan ve 862 tarihli, sekizgen planlı Kubbetü’s Süleybiye’dir. İkinci türbe ise İsmail Samani Türbesi’dir.İsmail Samani’nin babası Ahmed bin Esad kabri de bulunuyor.
10. yüzyılda Samanilerin başkenti Buhara, bilim, mimarlık, tıp, sanat ve edebiyatta merkezlik görevini üstlenen önemli bir siyasi, ticaret ve kültür merkeziydi.Cengiz Han'ın bölgeyi işgali sırasında, türbenin kum fırtınasından dolayı kuma gömüldüğüne inanılır ve türbe yüzyıllar boyunca böyle kalmıştır .Türbe, Buhara bölgesindeki en eski anıtlardan biri olarak kabul edilir.Bölgede taş olmadığı için tuğladan harika bir işçilikle yapılmıştır.
Sâmânîler dönemi İran milletinin başlangıcı olarak kabul edilir. Sâmânîler eski İran kültürünü canlandırmakla kalmadılar, İslâmiyetın yayılması için de büyük çaba sarf ettiler. Pers-İran kültürünün tüm etkilerini Orta Asya'ya yaydılar. Sanatta çanak-çömlek yapımında ileri gittiler ve süslemeli yazıları olan eserler verdiler. Toprakları içindeki birçok topluluk İslâmiyete girmeye başladı. Tarihçilere göre Sâmânîlerin gayretleri ile o dönemde yaklaşık 200.000 Türk İslâmiyete girdi.

KALAN CAMI / KALAN MINARESI 


Kalan Cami 1514 yılında yıkılan Karahanlı Camii’nin yerine inşa edilmiştir.12.000 kişilik kapasitesi sayesinde kentin en büyük ikinci camiidir.(Diğeri Bibi Hatun Cami) Geleneksel mimari ile tasarlanmıştır. İki mavi kubbesi ve ana girişinde mavi çini işlemeli bir kapısı bulunmaktadır. Caminin ise ayrı bir önemi var bizim için. Ünlü muhaddis İmam Buharî, türlü meşakkatlerle yazdığı Sahih-i Buharî kitabını 90 bin kişiye bu camide okutmuş. Günümüzde açık hava müzesi gibi kullanılan camide ne ezan okunuyor ne de namaz kılınıyor.
Caminin karşısında ise günümüzde de İslam okulu olarak hizmet veren Miri Arap Medresesi yer almaktadır. Medresenin inşası, 1535 ve 1536 yılları arasında gerçekleşmiştir.

Kompleksin en eski yapısı ise Kalan Minaresi’dir. Minare, 1127 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılmıştır. Minare, mimar Bako tarafından eşsiz bir şekilde tasarlanmıştır. 47 metre uzunluğundaki yapıya Kalan Camii’nden minareye bağlanan köprü yardımı ile çıkılabilmektedir.Yapı; İpek Yolu üzerinde yaklaşan kervanlara rehber olmasıyla amacıyla gözetleme kulesi olarak kullanılmış ve idam edilmesi hükmolunan mahkûmları atmak gibi farklı amaçlarla da işlev görmüştür.(O yüzden bir diğer ismi Ölüm Kulesidir) Minarenin mimarı, daha sonra minarenin 45 metre yanına defnedilen gömülen Bako Usta'ydı . Mimarın vasiyetinde, eğer minare bir gün yıkılacak olursa mezarının baş ucuna düşmesi nedeniyle mezarının düşme noktasına kazılmasını vasiyet etmişti
Efsanelerde Kalon Minaresi Minare ile ilgili halk arasında asırlardır anlatılagelen bir efsane ise şöyle: "Cengiz Han, Buhara şehrini yakarken Kalon Minaresi'nin yanına kadar gelir. O sırada miğferi başından düşer. Eğilip miğferini yerden alır. O güne kadar Cengiz Han, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin önünde eğilmemiştir. Eğilip miğferini yerden alır ve bir an duraklar, sonra da 'Bugüne kadar hiç kimsenin ve hiçbir şeyin önünde eğilmedim. Bu yapının önünde ise eğildim. Onun için bu yapıya dokunmayın, bırakın sağlam kalsın' der. Böylece minare yıkılmaktan kurtulur.
"Bir başka rivayete göre Cengiz Han, Buhara'ya geldiğinde halkı bir korku kaplar. Şehirde büyük bir katliam olacağını tahmin ederler. Minarenin yanındaki camiye sığınırlarsa katliamdan kurtulabileceklerini, Cengiz Han'ın bir mabede sığınan insanlara dokunmayacağını düşünürler. Mescide giren Cengiz Han ve askerleri, içeridekilerin tamamını kılıçtan geçirir.

Kalan Minarenin Üst Kısmında Sübhânallâhi ve bi-hamdihî, Sübhânallâhi’l-azîm yazar ; 
“İki kelime vardır ki; lisanda hafif, terazide ağır, Allah Teâlâ’nın yanında çok sevgilidir. Bu iki kelime; «Sübhânallâhi ve bi-hamdihî, Sübhânallâhi’l-azîm»dir.”
«Sübhânallah» demek; “Ey Allâh’ım! Sen bütün ayıplardan ve bütün noksan sıfatlardan münezzehsin, berîsin. Sen’de hiçbir ayıp, kusur ve noksanlık yoktur. Bozuk inançlardan ve itikādı bozuk olanların itikādından Sana sığınırım.” demektir.
Bu zikir, "Allâh’ı hamd ile tüm eksikliklerden tenzih ederek tesbih ederim. Azîm olan Allâh’ı her türlü eksikliklerden tenzih ederek tesbih ederim." manasına gelmektedir. 
Alt Kısmında ise ; 
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۚ وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَٓادَّ لِفَضْلِه۪ۜ يُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ

Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, onu yine Allah’tan başka giderecek yoktur. Eğer senin için bir hayır dilerse, O’nun lutf u keremini engelleyecek de yoktur. O, lutfunu kullarından dilediğine verir. O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. YUNUS 107 

ULUĞBEK MEDRESESI 


Birbirine bakan iki medrese olduğunda bunlara koş ( kosh ) yani Farsça çifte medrese denmekte. Buhara’da bulunan çifte medrese komplekslerinden biri de; karşılıklı birbirine bakan Uluğ Bey Medresesi ile Abdülaziz Han Medreseleridir. Bunlardan biri 15. Yy diğeri ise 17. Yy.a tarihlenmektedir. Seviye olarak altta konumlanan eski, yüksekte konumlanan ise daha sonra yapılan medrese oluyormuş. Burada eski olan Uluğ Bey Medresesidir.
Medrese süslemesinde kullanılan yıldız motifleri, Uluğ Bey’in astrolojiye olan ilgisine vurgu yapmak amacıyla kullanılmıştır. Medresenin her bir köşesi Türk rengi olan turkuaz ile donatılmıştır.
Eskiden sadece erkekler eğitim görürken Uluğ Bey buna karşı çıkmış, kızların da eğitim almasını istemiş ve istemekle kalmamış, uygulamıştır. Medresenin kapısında Kur'an-ı Kerim'den alınmış bir kitabe bulunmaktadır: 'İlim öğrenmek her Müslüman erkek ve kadının sorumluluğudur'. Bu alıntının Uluğbek’in sloganı olduğu düşünülebilir . Ayrıca bir yazı daha vardı: 'Kitap hikmetinin bilincinde olan insanlara Allah'ın bereket kapısı her gün açık olsun'. Burada öğrencilere sadece İslami ilimler değil diğer pozitif ilimler de verilmiştir.

Diğer medrese, 17. Yy da yapılan Abdulaziz Han Medresesidir. Kendisi zamanın hükümdarı olup adına medrese yaptırmaya başlıyor ancak inşaat sırasında bir savaşa katılıyor. Savaşta öldüğü için de maalesef medrese inşaatı yarım kalıyor. Diğer medresenin aksine bunun süslemesinde karışık renklere ve desenlere ağırlık verildiği gözlenmektedir. Bu da yapım esnasında İran etkisinde kalındığını bize göstermektedir.Hatta içlerinde Çin ejderhası ve Simorgh adında efsanevi bir kuşun resimleri bile var ki bu da Buhara'nın o dönemdeki İpek Yolu krallıkları ile yakın ilişkilerinin bir göstergesi.

LYABI HAVUZ 

Buhara şehrinde hayatta kalan birkaç yapay göletten biri olan Leb-i Havuz, Sovyet dönemine kadar, şehrin ana su kaynağından biriydi. Havuzdan kanallar aracılığıyla şehre giden su, hastalık yaydığı gerekçesiyle havuz, 1930’larda dolduruldu. Kompleks, kuzeyde Kukeldaş medresesini, batıda Hanaka ve doğuda Nadir Divan-Beyi medresesini kapsıyor.
Leb-i Havuz’un kenarında İpek Yolu kervanlarını simgeleyen deve heykelleri ile Özbekistan’da da çok sevilen eşeğe düz binmiş Nasrettin Hoca’nın heykeli bulunuyor.

ÇAR MINAR MEDRESE 

Yapı, 19. yüzyılda Buhara Hanlığı hükümdarlığı altında Türkmen kökenli zengin bir Buharalı olan Halife Niyaz-kul tarafından yaptırılmıştır.
Şimdilerde Çar Minar’ın hemen arkasındaki arazide bulunan medreseden neredeyse hiç iz kalmamış.Chour 4 demek 4 minareli medrese demektir.
 Tarihi kayıtlara göre Hindistan Halifesi Niyazkul-Beg Tac Mahal'i ziyaret ettikten sonra krallığında bu büyüleyici binaya benzer bir şey inşa etmek için güçlü bir istek duydu. Mimarları ve gökbilimcileri çağırıp, kendi çizimlerine göre medreseyi inşa ederken yerine getirmeleri gereken iki şartı belirledi: Medresenin İpek Yollarından biri üzerinde olması ve oradan geçen Türkmenlerin burada durması; Tasarım, herkesin aynı dünyada yaşadığı, aynı havayı soluduğu ve aynı gökyüzünün tadını çıkardığı için dünyanın her yerinin dünyadaki tüm insanlar kadar eşit olduğunu göstermekti. Halife Niyazkul-Beg'in arzusu karşılandı. Giriş bloğunda ana yönlerin yanı sıra Samanoğulları , Şeybanoğulları , Karahanlılar ve Mangıtları simgeleyen dört minare vardı . Minarelerin her birinin kendine özgü bir şekli ve dekorasyonu vardır. Bazıları dört farklı tasarımın dört dünya dininin farklılıklarını yansıttığına inanıyor. Örneğin bazı unsurları Budist dua çarklarının veya Hıristiyan haçlarının net görüntüleridir. Minarelerin arasında aynı gökyüzünü ve herkes için tek Tanrı'yı simgeleyen büyük kubbe bulunmaktadır.

ABDÜLHALİK GÜCDVANİ HAZRETLERİ TÜRBESİ

Kutbi’l-evliyâi ve burhâni’l-esfiyâi kâmii’l-bid’ati muhyi’s-sünneti, şeyhi’l-meşâyihi, Mevlânâ Hazreti Eş-şeyh Abdulhâlık’l-Gucdüvânî (k.s.a.)

Velilerin kutbu, esfiyanın(saf gönüllerin) delili, Bid’atin(dinde yenilik yapmak) tepesine darbe indiren, sünneti canlandıran, şeyhlerin şeyhi Abdulhâlık Gucdevanî( hz. ruhuna). (K.S.)

Babası, İmâm Mâlik Hazretlerinin neslinden, zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemîl Efendi idi. Rivâyete göre, düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultânının tahtına dönmesini sağlayan Abdülcemîl Efendi, mükâfât olarak sultânın kızıyla evlendirildi. Hızır (a.s.), Abdülcemîl Efendi’ye bu evlilikten bir oğlu olacağını müjdeledi ve ismini Abdülhâlık koymasını tembihledi. Bir müddet sonra Abdülcemîl Efendi, âile efrâdını alarak Buhâra’nın Gucdüvân kasabasına hicret etti. Abdülhâlık Hazretleri burada dünyaya geldi.

Rivâyete göre, Hazretleri bir gün bağda otururken Hızır (a.s.) geldi ve havuza dalmasını, suyun altında iken “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ” diye zikretmesini söyledi. Böylece ona hafî zikrin usûlünü öğreten Hızır (a.s.), ayrıca bu zikir esnâsında sayıya riâyet etmesi gerektiğini söyleyerek, vuk¯uf-i adedî kâidesini de tâlim etmiş oldu.

Yine bir gün Hızır (a.s.), Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretlerinin yanına gelmişti. Hâce Hazretleri, evinden iki arpa ekmeği getirdi. Hızır (a.s.) ondan yemedi. Hazretleri:“–Yiyiniz; helâl lokmadır!” dedi. Hızır (a.s.):

“–Gerçekten helâldir, ama hamurunu yoğuran, abdestsiz yoğurmuştur. Bunu yemek bize revâ değildir.” buyurdu.Bu şekilde Hızır’ın (a.s.) mânevî terbiyesi altında yetişen Hazretleri, daha sonra yine onun işaretiyle Yûsuf Hemedânî Hazretleri’ne intisâb etti.Kendileri bu hususta şöyle buyururlar:

 “Yirmi iki yaşımdaydım. Diri gönüllülerin hocası Hızır (a.s.) beni büyük şeyh Hâce Yûsuf Hemedânî Hazretlerine zimmetledi ve ona beni terbiye etmesini vasiyet etti. Hâce Yûsuf Hazretleri Mâverâünnehir’e her geldiğinde onun hizmetine koşar, kendisinden istifâde eder, feyizleriyle ihyâ olurdum.”

Hafî zikir başta olmak üzere Nakşî tarîkatinin esas kâidelerini ortaya koyan ve “Ser-silsile-i Hâcegân / Hâceler silsilesinin başı”, lâkabıyla anılan Hâce Abdülhâlık Hazretleri, “Hâcegân tarîkati”ni tesis eden pîr olarak kabûl edilir. Nitekim o zamana kadar Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine nisbet edilerek “Bistâmiyye” veya “Tayfûriyye” adıyla anılan Nakşibendiyye, Gucdüvânî Hazretlerinden Muhammed Bahâüddîn Hazretlerine kadar, “Tarîk-ı Hâcegân” adıyla anılmıştır.

Gucdüvânî Hazretlerinin ortaya koyduğu sekiz esas, Nakşibendiyye tarîkatinde seyr u sülûkün temel kâideleri olarak kabûl edilmiştir. Kelimât-ı kudsiyye diye isimlendirilen bu kâideler şunlardır:

 1- Hûş der dem: Alınan her nefeste zikir hâlinde olup mânen uyanık bulunmak, gafletten sakınmak.

 Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuştur:

 “Bu yol, nefes üzerine binâ edilmiştir. Bu sebeple, alıp verirken nefesini çok iyi muhâfaza etmelisin! Hattâ iki nefes arasını bile muhâfaza etmelisin!”[15]

 2- Nazar ber kadem: Yürürken gaflete sebep olacak herhangi bir şeyi görmemek için önüne (ayak ucuna) bakmak. Zira kalbi en çok perdeleyen şey, gözden gönle akseden lüzumsuz ve menfî sûretlerdir.

Ayrıca ayak ucuna bakarak yürümekte; gözü haramdan korumak, edep, hayâ, tevâzû ve Sünnet’e bağlılık fazîletleri vardır.

3- Sefer der vatan: Her adımda Hakk’a yürümek. Nefsânî sıfatlardan sıyrılıp rûhâniyeti inkişâf ettirerek mânevî zirvelere ulaştıracak olan iç âlemdeki yolculuğa yönelmek. Zâhiren de mürşid-i kâmili ziyaret edip terbiyesine girmek için seyahat etmek.

4- Halvet der encümen: Zâhirde halk ile kalben Hak ile beraber olmak.

Melik Hüseyin, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine:

 “–Halvet der encümen nasıl olur?” diye sormuştu. Nakşibend Hazretleri:

 “–Bu, zâhirde halk ile ülfet eden, bâtında ise devamlı Hak Teâlâ Hazretleri ile meşgul olan; halk ile ülfeti, kendisini Hak Teâlâ’nın zikir ve tefekküründen geri koymayan kişiye nasîb olur.” buyurdular.

 Melik tekrar:

 “–Böyle bir şey mümkün müdür?” diye sorunca Nakşibend Hazretleri şu âyet-i kerîme ile cevap verdiler:

 “Öyle erler vardır ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz...” (en-Nûr, 37)[16]

 5- Yâd kerd: Dilin zikriyle beraber kalbin de zâkir hâle gelmesi ve “nefy ü isbât” zikri yapmak. Nefy ü isbât ise kelime-i tevhîdin hakîkatinde derinleşme gayretidir. Kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesleri, daha “Lâ ilâhe” derken kalpten nefyedip, Allah’tan gayrı bütün maksudları kalpten silip atmaktır. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemininde “İllâllâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allâh’a mahsus kılınmasına gayret etmektir.

 6- Bâz geşt: Kelime-i tevhîd zikrinin ardından;

 “اِلٰهِى أَنْتَ مَقْصُود۪ى وَرِضَاكَ مَطْلُوب۪ى: Allâh’ım! Maksadım Sen’sin, gâyem Sen’in rızânı kazanmaktır.” cümlesini söylemek.

 7- Nigâh dâşt: Kalbi lüzumsuz düşüncelerden korumak, nefy ü isbâtın mânâsını kalpte muhâfaza etmek.

 8- Yâd dâşt: Zikrin temin ettiği mânevî uyanıklığı devam ettirmek ve kendini dâimâ Hakk’ın huzûrunda bilmek.

 Bu sekiz kâideye ilâve olarak, eskiden beri bilinmekte olan üç esas daha vardır:

 1- Vuk¯uf-i zamânî: Vakte hâkim olmak, onu iyi değerlendirmek, sık sık nefsini hesâba çekerek her ânını mânevî uyanıklık içinde geçirmeye gayret etmek.

 Şâh-ı Nakşibend Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:

 “Vuk¯uf-i zamânî, sâlikin her zaman kendi hâllerine vâkıf olmasıdır. Eğer amelleri şükretmeyi gerektiriyorsa şükretmeli, tevbeyi gerektiriyorsa tevbe etmelidir. Yani bast hâlinde şükretmeli, kabz hâlinde ise tevbe ve istiğfâr ile meşgul olmalıdır.”[17]

 2- Vuk¯uf-i adedî: Zikirde sayıya riâyet etmek. Daha çok hafî zikirde, nefy ü isbât zikrinde sayının tek olmasına dikkat etmek. Bu dikkat, gönlü dağınıklıktan muhâfaza eder. Beyan edilen ölçü ve sayılara riâyet etmekte, daha pek çok sır ve hikmet vardır. Bunları ancak kendilerine hikmet verilenler, kalben idrâk edebilirler. Zikirlerdeki sayı, anahtardaki dişler gibidir. Anahtarın dişleri bir fazla veya eksik olduğunda nasıl kilit açılmazsa, zikirde de sayıya riâyet edilmezse, tesir azalır. Nitekim Resûlullah Efendimiz de belli sayılarda zikirler tavsiye buyurmuşlardır.

 3- Vuk¯uf-i kalbî: Zikirde kalbe yönelmek ya da kalbin Allâh’a yönelmesidir. Bu, “ihsân” duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir. Sâlik her fırsatta kalbini kontrol etmeli, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zira zikirde asıl matlûb, kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır. Zikir, ağızdan kalbe inmeyen lâfızların tekrarından ibâret değildir. Bu sebeple zikir esnâsında bütün dikkati zikredilene teksîf etmeye çalışmak gerekir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:

 “Rabbinin ismini zikret ve (mâsivâdan kesilerek) bütün varlığınla O’na yönel.” (el-Müzzemmil, 8)

“Her zaman abdestli olmak, bu yolun zarurî edeplerindendir. Abdest aldıktan sonra, kerahat vakti değilse, iki rekât «Şükr-i vudû: Abdest için şükür» namazı kılmak da diğer bir edeptir.”

ABDÜLHALIK GUCDÜVANİ HAZRETLERİNİN MÜRİDİNE VASİYETLERİ

1- Yavrucuğum! Sana şunu vasiyet ederim ki, takvâyı kendine şiâr edin! İbadetlerine ve diğer vazifelerine sımsıkı sarıl! Ahvâlini murâkabe/kontrol et! Dâimâ hatâlarının korkusu içinde ol!

2- Allah Teâlâ’nın hukûkuna riâyet edip Resûlullah Efendimiz’e karşı vazifelerini yerine getir! Anne-babanın ve üstâdının hukûkunu gözet ki Hak Teâlâ da seni muhâfaza eylesin...

3- Kur’ân-ı Kerîm okumayı aslâ bırakma! Zâhirini ve bâtınını hep Kur’ân’a göre tanzîm et! Gizli veya âşikâr, Kur’ân’ı ibret ve tefekkürle, gözyaşları içinde oku! Her bir hâlini Kur’ân ile mîzân et ve ona benzet!..

4- İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan uzak dur ki onlar, din yolunun hırsızları ve müslümanlığın yol kesicileridir.

5- Sünnet-i Şerîfe’ye sımsıkı sarıl ve selef-i sâlihîn imamlarının yolundan git!..

6- Dünyacı gençlerle, ehl-i bid’atle, mağrur zenginlerle sohbet etme! Çünkü onlar senin dînini alıp götürürler.

7- Dünyalıktan iki somuna râzı ol ve helâl ye ki, bütün hayırların anahtarı budur. Haramdan uzak ol, yoksa Hak Teâlâ’dan uzaklaşırsın!

8- Nefsânî arzuların peşinde giden insanlardan kaç ve fukarâ ile sohbet et! Kendini dünyanın yalancı süslerinden koru ki, ateş seni yakmasın! Kendi yükünü kendin taşı!

9- Helâl ye ve helâlden giyin ki ibadetlerin tadına erebilesin!

10- Allâh’ın celâlinden dâimâ kork ve unutma ki bir gün hesap mahallinde ayakta durdurulacaksın!

11- Gece ve gündüz çokça ibadet et ve cemaati aslâ terk etme! Ancak, gurura kapılma ihtimâlin varsa sakın imam veya müezzin olma!

12- Zaruret olmadan mahkemelerde bulunma! Kibirli sultan ile sohbet etme! Hak dostlarının nasihatlerinden dışarı çıkma!

13- Şöhretten şiddetle kaçın! Dindarlığın herkesin diline düşmesin!..

14- Hak dostlarının gönlüne girmeye çalış ve bu hususta çok dikkatli ol!

15- Birinin övmesiyle mağrur, yermesiyle gamlı olma! Halkın övmesi de kötülemesi de nazarında aynı olsun! (Sen esas Allah Teâlâ’nın senden râzı olup olmadığına dikkat kesil!) İnsanlara dâimâ güzel ahlâk ile muâmele et!

16- Edepli ol! Küçük, büyük bütün insanlara merhamet et! Çok gülme; zira çok gülmek gaflettendir ve gönlü öldürür.

 Nitekim Resûlullah Efendimiz:

 “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

17- Kendini Allâh’ın azâbından emin görme, fakat O’nun rahmetinden de ümit kesme! Havf ve recâ arasında yaşa ki kâmil mü’minlerin şiârı budur.

18- Yavrucuğum! Şeyh, mürîdin babası gibidir. Hattâ ona babasından daha şefkatlidir. Çünkü onu Allâh’a yakınlık makâmına erdirir. Şeyhin îkaz ve azarlaması, sana olan şefkati sebebiyledir.

19- Nefsinle dâimâ mücâdele et! Her an âhiret endişesiyle yaşa, ölümü çok hatırla!

20- Riyâset/baş olma sevdâsını gönlünden çıkar! Kim riyâset sevdâsına müptelâ ise, ona tasavvuf erbâbı demek doğru değildir.

21- Çok oruç tut; çünkü oruç insanı mahâfaza eder.

22- Gönlünü dünya muhabbetine kaptırma, dâimâ âhirete râğbet et! Dindar ve vefâlı ol! Fakih, âlim, takvâ sahibi ve sebatkâr ol!

23- Allah yolunda, Hak dostlarına hem mal, hem beden, hem de can ile hizmet et! Onlara teslim ol ve tavsiyelerine riâyet et! Teslîmiyet göstermez ve nasihatlerini tutmazsan onlardan istifâde edemezsin!

24- İnsanlardan hiçbir şey isteme ve tevekkül ehli ol! Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“...Kim Allâh’a tevekkül ederse, Allah ona kâfîdir...” (et-Talâk, 3)

Bilesin ki rızık taksîm edilmiştir. Allah sana ne vermişse, insanlara bol bol infâk eyle!

25- Cimrilik ve hasetten uzak dur; zira cimriler ve hasetçiler yarın Cehennem’e atılacaklardır.

26- Allâh’ın vaadine güven! Fânîlerden bir şey bekleme! Doğruyu söyle ve korkma! Dâimâ Hak ile beraber ol! İnsanlarla lüzumundan fazla sohbet ederek ömrünü boşa harcama, aksi takdirde Allah’tan uzak kalırsın!

27- Her zaman nefesine dikkat et, onun kıymetini bil ve diline sahip ol! Yapamayacağın şeyleri söyleme, insanlara dâimâ nasihatte bulun!

28- Yemeyi, içmeyi azalt! Az uyu ve az konuş! Acıkmadan yeme ve ihtiyaç olmadan aslâ konuşma! Gece biraz uyuduktan sonra kalkarsan namazı daha düzgün ve daha çok kılarsın.

29- Nefsi dizginleyip gönlü diriltmek için namaz ve oruçla meşgul olmak daha münâsiptir.

30- Gönlün dâimâ gamlı, gözün yaşlı, amelin hâlis, duân mücâhede, elbisen mütevâzı olmalıdır. Arkadaşların derviş, evin mescid, malın fıkıh, ziynetin zühd, dostun Cenâb-ı Hak olmalıdır.

31- Kendisinde şu beş hasleti görmediğin kişi ile arkadaş olma: 

a) Âhireti dünyaya tercih etmek.

b) Ameli ilimden, ilmi de dünyaya dalmaktan üstün görmek.

c) Tevâzû ve mahviyeti, iltifat ve rağbet görmekten aziz bilmek.

d) Basîret ve firâset sahibi olmak; gizli-aşikâr bütün sâlih amellere azimli olmak.

e) Ölüme hazır olmak.

32- Evlâdım! Dünya ve onun ziynetleri seni aldatmasın! Gece ve gündüz dâimâ dünyadan âhirete göçmeye hazır ol! Kalbin hep Allah ile birlikte olsun! Allah korkusundan her zaman gönlün kırık olsun! Dünyada misafir gibi yaşa ve oradan yine misafir gibi ayrıl!

33- Evlâdım! Ben, şeyhimin -Allah onun azîz rûhunu mukaddes eylesin- vasiyetleriyle amel ettiğim gibi, sen de benim vasiyetlerimi aklında tut ve onları tatbik et! Böyle yaparsan Allah, dünya ve âhirette senin koruyucun olur inşâallah!


ARİF RİVEGERİ TÜRBESİ

El Mutessellihi anil hicâbi’l-beşeriyyi, hazreti Eş-şeyh Ârifi’r-Rivegerî (k.s.a.)

Beşeri perdelerden sıyrılmış, şeyh Ârif Rivgerî (hz.ruhuna). (K.S.)

Mevlânâ Arif Rîvegerî (K.s) hakîkat ve marifette zamanının bir tanesiydi. Bütün ömrünü sünnet-i seniyyeyi yaymak, bidatleri ortadan kaldırmakla geçirdi. Silsile-i Meşâyıh’ın (K.s) en büyüklerinden oldu. İlim, hilim, zühd, takvâ, riyâzet, mücâhede ve ibadette üstün derecelere ulaştı.

Abdülhalık Gücdüvani hazretleri ile tanıştı ve bütün dünyası değişti. Daha ilk günde ebedi saadet tacının başına konduğunu hissetti. Derhal kendisine bağlandı, vefatına kadar hiç ayrılmadı.

Hocası ilk sohbetinde ona şöyle dedi:

"Hak yolcusu talebe, zamanının değerini gayet iyi bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne halde olduğunu sezmeye bakmalıdır. Şayet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir hal bilmeli. "Allahıma şükürler olsun" demelidir. Eğer gafletle geçip gitmiş ise, hemen onu telafi etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsani mazeretini bildirip Ondan bağışlanmasını dilemeli, estagfirullah demelidir..."

Hem zahiri hem batıni dinlerde ihtisas yaptığı için zülcanaheyn sıfatını almıştır.Hem medresede eğitim almış hem tasavvuf ilminde.Ayın 14 gibi parladığı için ve kerametlerden ötürü Mah-ı Taban denmiştir.155 yıl kadar uzun yaşamıştır Moğol istilası dönemine denk geldiği için hayati hakkında detaylı bilgi yoktur.

Sohbetlerine şöyle başlardı:

"Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü Cenab-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”

“İnsan saâdete ulaşmak istiyorsa kendisini melekler derecesine çıkarsın! Yani nefsânî arzularına meyletmeyip bilâkis nefsini kendisine itaat ettirsin! Böylece iç âlemi temizlensin, her zaman Allâh’ı zikreder olsun ve söz verdiği kulluğu hakkıyla îfâ edebilmek için bütün gayretiyle çalışsın! Allah’tan başkasını kendisine mahbûb edinmesin ve Allah’tan gayrısından ümitvâr olmasın! Her zaman ebrâr ve ahyâr’ın hizmetinde bulunsun! Keskin kılıç gibi olan vakte karşı dikkatli olsun; hiçbir dakikayı gaflet ile beyhûde geçirmesin! Allâh’ın ismini her zaman zikretsin, gönlü, cemâlî sıfatların mazharı olsun!”

"Mârifeti elde etmenin ilk şartı; nefsânî arzuları bertaraf etmek, kerâhetlerden ve şüpheli lokmalardan uzak durmak ve helâllerle gıdâlanmaktır."


MAHMUD İNCİR FAGNEVİ HAZRETLERİ TÜRBESİ (Mimar)

El Muridi anil murâdid dünyeviyyi vel uhreviyyi Hazreti eş Şeyh Mahmüdinil İnciri Fağnevi

Dünya ve ahret arzularından yüz çevirmiş,Mahmud İncirî Fağnevi(hz.ruhuna).(K.S.) 

Mevlana Arif Rîvegerî (K.s) hazretlerinin sohbetinde yetişerek kemâle ermiş ve vuslata giden manevî yolda saliklere rehber olmuştur. Şeyhi Arif Rîvegerî (K.s) hazretlerinden emanet aldığı yolu Mevlana Hâce Ali Râmitenî (k.s) hazretlerine ulaştırmıştır. Mevlana Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) zamanın gerektirmesi ve saliklerin hallerine binaen şeyhinin işaretini alarak cehrî (sesli) zikre başladı. Mevlana Hafızuddin ona; “Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur.” dedi. Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: “Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir.”

Her hâlinde sünnete temessük eden Mevlana Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) keşif ve kerametler sahibi bir zattı. Mevlana Hâce Ali Râmitenî (K.s) şöyle anlatır: “Velilerden birisi Hızır (Aleyhisselâm) ile karşılaştığında; ‘Bu zamanda şerîat caddesinde ve istikamet üzere olan kimdir? Bana haber verir misiniz ki, bu zata uyayım!’ dedi. Hızır (Aleyhisselâm) da, ‘O zat Mahmud el-İncîr Fağnevî’dir’ buyurdu.”

Hâce Ali Râmitenî (K.s) hazretlerinin müridlerinden birisi bu soruyu soran zatın Hâce Ali Râmitenî (K.s) hazretlerinin kendisi olduğunu [Hızır (Aleyhisselâm) ile olan görüşmesini insanlardan saklamak için bu şekilde anlattığını] söylemiştir.

Menkuldür ki, bir gün Mevlana Hâce Ali Râmitenî (K.s) Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) hazretlerinin diğer müridleriyle birlikte Râmiten Köyü’nde zikir ile meşgul olurlarken başlarının üstünden büyük ve beyaz bir kuş geçtiğini gördüler. Bu kuş onlara doğru gayet anlaşılır bir şekilde şöyle diyordu: “Ey Ali! Merd ol!” Bu sözleri duyan müridler o anda kendilerinden geçtiler. Akılları başlarına geldikten sonra bu halden sual ettiklerinde Mevlana Hâce Ali Râmitenî (K.s) şöyle buyurdu: “O gördüğünüz Hâce Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) hazretleriydi. Hak Teâlâ ona böyle bir keramet ihsan etmiştir. Şu anda o, Hâce Evliyâ-i Kebîr’in halifesi olan Hâce Dihkân’ın vefatının yaklaştığı haberi kendisine bildirildiğinden onu ziyarete gitmektedir. Zira Hâce Dihkân, Cenâb-ı Hak’tan dostlarından birisini son nefesinde kendisine göndermesini ve ebedî yolculuğunda yardımcı olmasını istemiştir. Bu nedenle Hâce Mahmud (K.s) da onu ziyarete gitmektedir.”

HACE ALİ RAMİTENİ 

El vâlihî fî muhabbeti mevlâhu’l-ğaniyyi, El-ma’rûfi bi hazreti Azîzân Hâce Aliyyi’r-Râmîtenî (k.s.a.)

Allah’ın dostu, Gani(Zengin) Mevlasının  muhabbetinde ma’rûf (Allah’ı sevgiyle tanıyan), Azizan hoca  Aliyyirrâmitenî (hz. ruhuna).(k.s.)

İbadet ve derslerden sonra helal lokma kazanmak için dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manasına Pir-i Nessac derlerdi.

Hace Ali Ramiteni (ks) bir gün misafir gelmişti ve evinde ikram edecek hiçbir şeyi kalmamıştıSıkıntı halini yaşarken bir müridi horoz kesip içine pilav doldurup pişirip hocasına ikram ediyor.Ona, "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır" buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın" buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat yine de her emrinize razıyım" dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de "Azizan" olarak kaldı. Öyle ki mezarda ikisi yanyana yatıyor ve kimin kime ait olduğunu bilinmez derlermiş.

Devle diye biri huzura gelip biz her hizmeti yaptığımız halde gelenler size geliyor mükellef sofralar kuruyoruz yine bizden şikayetçiler sizden razılar bunun hikmeti nedir diye sormuş; 

“Minnetle hizmet eden çoktur.( Karşıdan teşekkür bekleyen) Hizmeti minnet bilenlerse azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını elde etmiş olmayı minnet bilir ve hizmet ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur, şikâyetçiniz azalır.”

“Hak Teâlâ ile sohbet edin! Eğer O’nunla sohbet edemiyorsanız, O’nunla sohbet eden kişilerle sohbet edin!”[Yani zikir ehli sâlih ve sâdıklarla beraber olun! Onların hâl ve nasihatlerinden istifâde edin.]

“İki şeye çok dikkat ediniz: Konuşurken ağzınızdan çıkana, yemek yerken ağzınıza girene!” Helâl yemeyen kişi, kendinde Allâh’a itaat etme gücü bulamaz, hep isyâna meyleder. Helâl yiyen kişi de Allâh’a isyankâr olamaz…


MUHAMMED BABA SEMMASİ HAZRETLERİ TÜRBESİ (Bağlarda çalışan çiftçi)

El Mukbili aleyke ve limâsivâken nâsi eş Şeyh Muhammed 

Masivadan (Allah sevgisinin haricindeki sevgilerden) arınmış, insanları Hakka yönlendiren gönül eri Şeyh Muhammed Baba Semmasi ( Hz. ruhuna) (k.s.) 


Mezarının önündeki kitabede şunlar yazar ; 
Hay olan Ölümsüz olan Allah 
Velilerin önde geleni nurların bir madeni olan Rabbani bir kutup olan kişidir o . Hakkın ve dinin bir güneşi olan Hazreti Hoca Muhammed Baba Semmasi . Hoca Ali Ramitaneden eğitim aldı . Kendi vefatından sonra çok sayıda mürid bıraktı. En meşhur öğrencisi Seyid Emir Külaldir ve Bahaddun Nakşibendidir. Hicri 754 senesinde vefat etti. Allah onu rahmetiyle kuşatsın onu ferah cennetinde iskan etsin . 

Buhara’nın Râmîten kasabasının Semmâsî (Semâsî) köyünde doğdu. Gençliğinde ilim tahsiliyle meşgul oldu. Babası Seyyid Abdullah’ın tavsiyesiyle Hâcegân şeyhlerinden Mahmûd Fağnevî’ye intisap edince Fağnevî onu halifesi Ali Râmîtenî’ye gönderdi. Ali Râmîtenî’nin yanında tasavvufî eğitime devam etti ve onunla birlikte Hârizm’e gitti. Seyrüsülûkünü tamamlayarak halife olduktan sonra köyüne dönüp irşad faaliyetine başladı.

Bir keresinde er meydanından geçerken güreşmekte olan Seyyid Emîr Külâl (Kuddise Sirruhû) hazretlerini gördü. Orada durdu ve güreşi seyretmeye koyuldu. Yanındakilerden birisi içinden, “Şeyh hazretleri böyle bir işi acaba neden seyreder ki?” diye geçirdi. Bu düşünce, Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine Allah Teâlâ’nın izniyle zahir oldu. Bunun üzerine orada bulunanlara şöyle buyurdu: “Bu kimseler içerisinde öyle birisi var ki, insanlar ileride onun bereketinden ve sohbetinden çok istifade edecekler, yüksek derecelere nâil olacaklar.”

Bir süre sonra Seyyid Emîr Külâl (Kuddise Sirruhû), Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini gördü. İlk bakışında cezbe ile dolan kalbi hemen ona meyletti. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin nur dolu bakışları adeta kalbine işledi. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin peşinden gitti ve ondan inâbe aldı. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretleri ona: “Artık sen benim manevî evlâdımsın” buyurdu. Seyyid Emîr Külâl (Kuddise Sirruhû) hazretleri zahiren-batınen şeyhinin sohbetine devam etti ve her an zikir, fikir ve ibadetle meşgul oldu. Böylece onun en büyük halifesi oldu

Menkıbeye göre Bahâeddin Nakşibend’in doğmasına yakın bir tarihte Semmâsî, müridleriyle birlikte Buhara’nın Kasrıhindûvân köyünden geçerken yanındakilere bu topraktan bir yiğidin kokusunun geldiğini ve Kasrıhindûvân’ın kısa bir süre sonra Kasrıârifân olacağını söylemiş, Kasrıhindûvân’a bir sonraki gelişinde henüz üç günlük bir bebek olan Bahâeddin Nakşibend’i görünce müridlerine, “Kokusunu duyduğumuz yiğit budur” deyip halifesi Emîr Külâl’e dönmüş ve, “Oğlum! Bahâeddin’den şefkat ve terbiyeni esirgeme, yoksa sana hakkımı helâl etmem” demiştir. Semmâsî’nin bu menkıbede geçen sözünden dolayı köyün adı Kasrıârifân olarak değişmiştir.

Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin köyünde bir üzüm bağı vardı. Ara sıra bu bağa gelerek ağaçları budardı. Yalnız, budama işlemini yaparken çok gecikirdi. Bu gecikmesinin hikmeti istiğrak haline girmesiydi. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretleri, kendisinden öyle geçerdi ki elinden bıçağı düşer ve uzun süre orada kalırdı.

SEYYİD EMİR KÜLAL HAZRETLERİ (Çömlekçilik)

Menbai’l-meârifi ve’l-kemâli seyyidi’s-sâdâti es-seyid Emir Külâl (k.s.a.)

Marifetlerin (Allah’ı tanıtan ilim) kaynağı, Sadatların olgun seyyidi, Esseyyid Emir Külal ( hz. ruhuna erdir) (k.s.)

Resûlullah Efendimiz’in neslinden geldiği için Seyyid ve Emîr, çömlekçilik yaparak geçimini temin ettiği için de Külâl diye anılmıştır

Annesi şöyle anlatır:

 “Emîr’e hâmileyken ne zaman şüpheli bir lokma yesem karnım ağrır ve onu istifrağ etmeden rahata kavuşamazdım. Bu hâl üç defa tekrarlanınca mübârek bir yavruya hâmile olduğumu anladım ve bundan sonra yediğim lokmalarda daha ihtiyatlı davrandım. Onun dünyaya gelmesini ümitle bekledim.”

Gençliğinde güreşe meraklı olan Emîr Külâl Hazretleri, Râmîten’de bir güreş meydanında bulunduğu sırada Muhammed Baba Semâsî Hazretleri kenardan onu izlemiş ve niçin güreş izlediğini soran müridlerine:

 “–Bu meydanda bir yiğit var, birçok kişi onun sohbetiyle kemâle erecek. Onu avlamaya çalışıyorum!” buyurmuşlardır.

 Bu esnâda Emîr Külâl (k.s.), Semâsî Hazretlerini fark ederek onun nazarının tesiri altında kaldı. Hemen güreş meydanını terk ederek Hazret’in peşinden gitti, intisâb edip sohbetlerine katıldı.

Yaklaşık yirmi sene şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunan Emîr Külâl (k.s.), her hafta pazartesi ve perşembe günleri ikâmet ettiği Sûhârî köyünden Semâsî köyüne gider, şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunurdu. Bu uzun mesâfeyi katederken de dâimâ zikrullâh ile meşgul olurdu.

Emîr Külâl (k.s.), Baba Semâsî Hazretlerinin terbiyesiyle kemâl ve mürşidlik mertebesine erişinceye kadar bu yolda öyle bir mahviyet içinde çalıştı ki kimse onun hâllerine vâkıf olamadı

Sonraları Semerkand’a yerleşen Timur, Emîr Külâl’i Semerkand’a dâvet etmiş ise de Hazret, mâzeret beyân edip gitmemiş, Timur’a oğlunu göndererek şöyle demesini tembihlemiştir:

“–Oğlum! Timur’a söyle, eğer Allah Teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa takvâdan ve adâletten aslâ ayrılmasın! Bunları kendisine şiâr edinsin ki kıyâmet günü kurtulabilsin! Eğer dünyaya meylederse, kendisine yapılan duâların faydasını göremez.”

“Geceleri ibadetle geçirseniz ve açlıktan beliniz keman teli gibi incelse bile, lokma ve hırkanız helâl olmadığı müddetçe maksada ulaşamazsınız!”

“Nefsin isteklerini terk ediniz ki âhirette utanıp mahcûb olmayasınız. Eğer şükrederseniz Allah Teâlâ size her istediğinizi ihsân eder. Bu dünyada ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız.

Ey dostlar! Dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kişi hevâ ve heveslerinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş dönen avcı gibidir. Eğer insan Allah Teâlâ’yı unutur, gaflete dalarsa, belâ ve musîbete dûçâr olur.

Ne yazık ki ömür bitmek üzere olduğu hâlde insan dünyalıklara dalmış, nefsinin esîri olmuş ve âhiret yolculuğunu unutup ihmâl etmiştir.”

“Ey dostlar! İhlâslı olunuz! Her işinizi Allah rızâsı için yaparsanız kurtulursunuz. İhlâssız işlenen amel, üzerinde pâdişahın mührü olmayan para gibidir. Üzerinde pâdişahın mührü bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır.

İhlâsla yapılan az amel, Cenâb-ı Hak katında çok amel gibidir. İhlâssız yapılan çok amelin ise Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibadeti ve işi ihlâs ile yapınız! Böylece Allah Teâlâ’ya yakın ve rızâsını kazananlardan olursunuz…

Mert o kişidir ki önce iyice düşünür sonra amel etmeye başlar. Böylece sonunda, yaptığı işten utananlardan olmaz.”

“Dünya sevgisi ve bağlarının neminden kurtulmadığı müddetçe, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak fırına sürerler. Mânevî tasarruf fırınına giren çömleklerden bâzıları sağlam, bâzıları da kırık çıkar. (Yani eksikliğini gideremez, nefsânî arzularından kurtulamaz.) Biz, kırık çıkan çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz hâline getirir, başka bir çamurla karıştırıp çömlek yapar ve tekrar fırına veririz. Sağlam çıkana dek böyle yaparız. Yani bıkıp usanmadan terbiyelerine devam ederiz.”

“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber, onların birçoğu tam bir kalp huzuru, tevâzû ve kırgınlık içinde yaşayıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”

ŞAHI NAKŞİBEND BEHAEDDİN TÜRBESİ

Şeyhinâ ve melâzinâ ve kıdvetinâ ve imâminâ ve imâm’i-tarîkati zi’l-feydi’l-cârî ve’n-nûri’s-sârî, eş-şeyh behâi’l-hakkı ve’l-hakîkati ve’d-dîn hazreti eş-şeyh Muhammedini’l-Üveysiyyi’l-Buharî, el-mağrûfi bi-Şâh-ı Nakşibend (Kaddesallahu sırrahu ve ilâ rûhi)

Şeyhimiz, melâzimiz(yaşadığı zamanda ki taliblerini kayıran), örnek edindiğimiz, imamımız, tarikatın imamı,   cari(akan) feyz ve sari(sirayet eden)nurun sahibi, ârif(Allah’ı tanıyan), hak ve hakikatları süsleyen, Hz. Şeyh Muhammed Buhari Üveysi Nakşibend’in (ruhuna ulaştır). (K.S.)

Nakşibend Hazretleri hicrî 718 senesinin (Miladi, 1318) Muharrem ayında Buhâra’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğdu. Nesebi, baba tarafından Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e, anne tarafından ise Hz. Ebûbekir Sıddîk’a (r.a.) ulaşır.

Küçüklüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı için Nakşibend lâkabı ile meşhur oldu. Bâzı eserlerde, Nakşibend Hazretleri’nin hafî/gizli zikre uzun süre devam ettiği için kalbine “اَللّٰهُ” lâfzının nakşolunduğu ve bu yüzden Nakşibend (nakşedici) lâkabıyla anıldığı zikredilir.

Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- gençliğinde sık sık Buhâra’daki büyüklerin kabirlerini ziyaret ederdi. Yine böyle kabir ziyareti yaptığı bir gece, gittiği mezarların başındaki lâmbalarda yağın dolu olmasına rağmen fitili hareket ettirilmediği için ışığın zayıf olduğunu gördü. Oradan Mezâr-ı Mezdâhin’e gitti. Kıbleye dönük olarak otururken birden gaybet[6] hâline geçiverdi. Büyük bir tahtın üzerine yüzü peçeli bir zâtın oturmuş olduğunu, etrâfında da pek çok kişinin bulunduğunu müşâhede etti. O topluluk içinde Baba Semâsî Hazretleri’ni görünce bunların vefât eden Hak dostları olduğunu anladı. O Hak dostlarından biri Nakşibend Hazretleri’nin yanına gelip, tahtta oturan zâtın Abdülhâlık Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh-, yanındakilerin de halîfeleri olduğunu söyledi ve tek tek isimlerini saydı. Sıra Semâsî Hazretleri’ne gelince:

 “–Sen onu hayattayken görmüştün. Senin şeyhindir ve sana, Ali Râmîtenî Hazretleri’ne âit bir külâh (bir emânet) vermişti!” dedi. Sonra o topluluk:

“–İyi dinle! Hâce Abdülhâlık Hazretleri sana seyr u sülûkte zarurî olan şeyleri telkîn edecek!” dediler.

Hâce Abdülhâlık (r.a.) yüzünden peçeyi kaldırdı ve tasavvufî terbiyenin başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bilgiler verdi. Bu şekilde Gucdüvânî Hazretleri’nin rûhâniyetinden feyz ve bilgi aldığı için Nakşibend Hazretleri’ne Üveysî denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak kendisinden bir asır evvel yaşayan Abdülhâlık Gucdüvânî (r.a.) kabûl edilmektedir.

Gucdüvânî Hazretleri’nin o anki sözlerinden bâzıları şunlardı:

“–O gördüğün lâmbalar sana bir işarettir. Sende bu yola karşı kâbiliyet var, ama kâbiliyet fitilinin hareket ettirilmesi lâzımdır ki meçhuller aydınlık olsun ve sırlar zuhûr etsin! Ayrıca kâbiliyet mûcibince amel-i sâlihler işlemek lâzımdır ki maksat hâsıl olsun!”

Daha sonra Hazret, üzerine basa basa şunları söyledi:

“Bütün hâllerde ayağı şerîat ve istikâmet caddesine koyarak yürümek, ilâhî emir ve nehiylere uymak lâzımdır. Amelde azîmeti tercih etmek ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmak îcâb eder. Ruhsat ve bid’atlerden ziyâdesiyle uzak durup, devamlı hadîs-i şerîfleri rehber edinmek ve her zaman Peygamber Efendimiz ve ashâbına âit haber ve nakilleri araştırıp öğrenmeye gayret etmek gerekir.”

Gucdüvânî Hazretleri’nin nasihatleri bitince, onun halîfeleri, Hâce Bahâüddîn’den evindeki Ali Râmîtenî Hazretleri’ne âit külâhı alıp Nesef’te bulunan Emîr Külâl Hazretleri’ne götürmesini istediler. Ayrıca müşâhede ettiği bu hâlin doğruluğuna alâmet olarak, yolda karşılaşacağı bâzı hâdiseleri haber verdiler. Sonra onu biraz sarstılar ve Hâce Bahâüddîn (r.a.) kendine geldi.

Şâh-ı Nakşibend (r.a.) hemen yola çıkıp kendisine söylenenleri yerine getirdi. Emîr Külâl Hazretleri’nin hizmetinde bulunmakla müşerref oldu. Emîr Külâl (r.a.), Nakşibend Hazretleri’ne zikir telkîn etti ve kelime-i tevhîd’e (nefy ü isbât zikrine) hafî/gizli olarak devam etmesini söyledi. Nakşibend (r.a.), gaybet hâlindeyken Gucdüvânî Hazretleri’nden aldığı emir üzere azîmetle amel eder, cehrî zikir yapmazdı. Bununla birlikte, cehrî zikir ve semâya da karşı çıkmazdı. Bu hususta:

“Biz bu işle iştigâl etmiyoruz, ama ona karşı da değiliz!” buyururlardı.

Bahaeddin bir gün mürşidi olan Seyyid Emir Külal hazretlerinin yanına dergaha gidiyordu.

Yolda birine rastladı. Yolunu değiştirdi. Biraz sonra aynı kişi yine karşısına çıktı yine yolunu değiştirdi. Aynı kişi yine karşısına çıktı.

Yine yolunu değiştirecekken karşısına çıkan kişi ona:

“Bir dakika. Sen beni tanıyor musun?”diye sordu.

Bahattin:

”Evet seni tanıyorum. Sen Hızır a.s’sın” dedi.

Hızır a.s:

“Madem beni tanıyorsun O zaman neden Herkes beni görmek için kurbanlar,sadakalar ve mevlidler kavlederken ben üç kezdir karşına çıkmama ve sen beni tanımana rağmen bile bile yolunu değiştiriyorsun? Bunun sebebi nedir?”

Diye sordu.

Bahaeddin:

“Ey Allahın nebisi benim bir kalbim var onu da mürşidim olan Seyid Emir Külal hazretlerine teslim etmişim.Allaha dua et ki Allah cc bana bir kalp daha versin ki onu da sana teslim edeyim!” dedi.

Bunun üzerine Hızır a.s Onun elbisesini açıp mübarek elini Bahaedidn’in sırtına vurup

”Helal olsun sana! Sen tarikatı Nakşibendi’nik pirisin!Adın Şahı Bı nakş olsun” (Nakışlı Şah) dedi. Hızır a.s’ın elinin ve parmaklarının izi nakış şeklinde Bahaeddinin sırtında oluştu. O günden sonra da Bahaeddin’in ismi Şahı Nakşibend oldu

Nakşibend Hazretleri hacda yaşadığı bir hâtırasını şöyle nakleder:

“Mekke’de iki kişi gördüm; birinin himmeti gâyet yüksek, diğerininki ise tam tersine zayıf idi. Himmeti zayıf olan, tavaf esnâsında Beytullâh’ın kapısının halkasına yapışmıştı. Bu kadar şerefli bir yerde ve değerli bir vakitte Hak Teâlâ’nın dışında bâzı şeyler istiyordu. Himmeti yüce olan ise Mina pazarında gördüğüm bir delikanlıydı. Tahminen 50.000 filorilik alışveriş yaptı, ama gönlü bir an olsun Hak Teâlâ’dan gâfil olmadı. O yiğidin gayretini görünce (kendi noksanlığımı düşünmekten) yüreğim kanla doldu.”

“İbadet on kısımdır; dokuzu helâl rızık taleb etmek, biri ise diğer amellerdir.” hadîs-i şerîfini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi emir buyururdu.

Hâce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması hususunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.

Nakşibend (r.a.), meliklerin sofrasından yemez, hediyelerini kabûl etmezdi. Melik Hüseyin’in hanımı, kendi elleriyle işlediği elbiseler göndermişti. Bütün ısrarlara rağmen Nakşibend (r.a.) onları kabûl etmedi. Hâlbuki o zaman üzerinde keçeden bir gömlek vardı. Sarık ve ayakkabıları da çok eski idi.

Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine:

“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurmuştu. Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirirken ocakta, helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını tespit etti ve hemen tevbe etti.

Nakşibend Hazretleri, el emeği ile çalışıp kazanmaya da çok ehemmiyet verirdi. Onun düstûru, dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken de Hak Teâlâ’dan gâfil kalmamaktı.

Şâh-ı Nakşibend (r.a.) çoğu zaman yemek pişirme ve sofra hizmetinde bizzat çalışırdı. Yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle birlikte yemek yediğinde, onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse, derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile gafletle yemelerine gönlü râzı olmazdı. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz olarak ve zorla pişirilmişse, onu yemediği gibi talebelerinden birinin yemesine de râzı olmaz:

“–Bu yemekte zulümât (karanlıklar) var, bizim ondan yememiz münâsip değildir!” buyururdu.

Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri:

“–Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.

Eğer bir kepçeyi öfkeyle ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar, Nakşibend Hazretleri o yemeği de yemez, şöyle buyururdu:

“–Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. Zira o işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır.

Sâlih ameller ve güzel davranışlar, helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle değil, kalp huzûru ile, uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vukūf-i kalbîye riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir temrin (alıştırma) olacağından, nihâyetinde bu durum, namazda kalp huzûruna vesîle olur.”

Bir defasında, abdest ve temizlik işlerinde kullanılacak suyu ısıtmak için ocağa koyan talebelerin, bu esnâda boş sözlerle meşgul olduklarını işitince, onlara şu îkazda bulunmuştu:

“–Bu kadarcık da mı bilmiyorsunuz? Yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü hazır eylemek ve lisânı mâlâyânîden muhâfaza etmek gerekir. Bu durumda o su ile abdest alan ve o yemekten yiyenin gönlünde huzur ve uyanıklık meydana gelir. Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kişinin gönlünde ise zulmet ve gaflet meydana gelir.”

“İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor.”

Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- fânîlerin iltifatlarından kendini koruyabilmek için kerâmetlerini gizlerdi. Bir gün kendisinden kerâmet taleb ettiklerinde:

“–Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zira bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz.” buyurdular.

Müridleri, kendisinde gördükleri kerâmetlerden bahsedince de:

“–Onlar müridlerin kerâmetleridir.” diyerek tevâzû gösterdiler.

“Bizim sohbetimize gelenlerin bir kısmının kalbinde muhabbet tohumu varsa da, dünyaya olan alâkaları ve bunun oluşturduğu pislik sebebiyle bu tohum filiz verip büyüyemez. Bize düşen vazife, onların kalbini bu nefsânî arzulardan temizleyerek muhabbet tohumunu filizlendirmektir. Bâzılarının kalbinde ise muhabbet tohumundan eser yoktur. Biz onların kalbinde muhabbet oluşması için himmet ederiz.”

“Zikirden maksat; yalnızca «Allah» ve «Lâ ilâhe illâllah» demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebeplerin sebebi olan asıl fâile) gitmek ve nîmetlerin müsebbibden, yani Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmektir.”

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, üstâdının her emrini derhâl ve büyük bir titizlikle yerine getirir, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtına ihlâsla hizmet etmeyi canına minnet bilirdi.

“Kişi, insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzûru elde eder. (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzûra kavuşur.) Bizim yolumuzda gönül âlemi ancak bu şekilde inkişâf eder. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak, sohbetle mümkündür. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Bir kişinin başkasıyla sohbeti ise benliği terk edip hiçliğe bürünmekle hâsıl olur.”

Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- bir defasında talebelerini hizmete teşvik etmek için; “gençliğinde Buhâra’da bulunan bütün medreselerin helâlarını temizlediğini” ifâde buyurmuş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:

“…Üstâdım bana 

«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:

«–Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!»

Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi sene bu minvâl üzere günlerim geçti. Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu:

 «–Bu mübârek dergâhın köpekleri ile de samimiyetle meşgul ol ve aralarından sana saâdet ufuklarının açılmasına vesîle olacak birini ara!»

 Ben üstâdımın işaretleriyle bu hizmeti de ganimet bildim ve ona sıkıca sarıldım. Bir gece bir köpeğe rastladım. Beni çok farklı bir hâl kapladı. Onun yanında Allâh’a niyaz ve tazarrûda bulundum. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ben bu hâldeyken o hayvancağız, arkasını yere koyarak yüzünü semâya doğru çevirdi, ön ayaklarını yukarı kaldırdı ve hazin hazin inlemeye başladı. Ben de ellerimi kaldırdım, kırık bir kalp ile niyâz edip «Âmîn!» diyordum. Bu vaziyet, onun susup normal hâline dönmesine kadar devam etti…

 Yine aziz üstâdım bana:

«–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!» dedi. Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşâhede ettim.”

Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Emîr Külâl Hazretleri’nin tekkesindeki ocağa, sırtında odun taşırdı. Yine, köyündeki câmi inşâ edilirken başının üzerinde çamur harcı taşımış ve şu mânâya gelen bir beyit okumuştur:

“Yâ Rabbî, Sen’in yolundaki her işi cân u gönülden yaparım! Ey mescid, senin yükünü başımda taşırım!”

Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurur:

“Üstâdımız Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin ahlâkı pek ulvî idi. Şayet bir dostu evine gelse, bizzat hizmet eder, en güzel şekilde izzet ü ikramda bulunur ve her türlü îtinâyı gösterirdi. Misafirin bineğine de son derece îtinâ ile bakardı. Öyle ki, o dostun zihni artık bineğini düşünmekten kurtulurdu.”

 Nakşibend Hazretleri’nin müridlerinden Şeyh Şâdî şöyle anlatır:

 “Bir dostu veya bir misafiri geldiğinde, Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, o zâtın hizmetini îfâ ettikten sonra, bineğinin su ve yemini de hazırlardı. Her türlü hizmeti nîmet bilirdi. Evine, kendi terbiyelerinde olan dervişler bile gelse, onların tahâret ve temizliği için lâzım olan malzemeyi dâimâ kendisi tedârik eder ve; «Bu hizmetlerin hepsi benim canıma minnettir.» derdi. Hâce Hazretleri bir mürîdinin evini şereflendirdiği zaman ise, onun çocuklarını, yakınlarını, hizmetçilerini, binek hayvanlarını, hattâ tavuklarını bile sorar, her birine bir vesîleyle iltifat eder ve gönüllerini alırdı.”

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Allah yolunda çağlayanlar misâli coşkun olan heyecan, azim ve gayretini daha da kuvvetlendiren bir ibret tablosunu şöyle naklediyor:

“Bir gün yolumda giderken, bir kumarhanenin önünden geçiyordum. İçeride bir topluluğun, çok hırslı bir şekilde kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi, kendilerini oyuna öyle kaptırmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi. Maddî-mânevî bütün güç ve varlıklarıyla kumara dalmışlar, sanki kumarın nefsânî lezzetinden sarhoş olmuş, kendilerinden geçmişlerdi.

Böylece ikisi, aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra onlardan biri mağlup oldu, ütüldü. Kaybettikçe kaybetti. Varını yoğunu ortaya koydu. Neticede dünyalık olarak nesi varsa, rakibi hepsini elinden aldı.

Düşmüş olduğu o perişan hâle rağmen kumarbaz, ısrarla ve büyük bir gayretle oyunu sürdürüyordu. Yenildikçe de hırsı artıyordu. Bir ara, kendisini hep yenen rakibine dedi ki:

«–Bana bak! Malımı ve bütün servetimi değil, bu oyun için başımı bile vereceğimi bilsem, yine de oynamaktan vazgeçmem! Hayatım pahasına da olsa oynayacağım. Öyle ki, benim düştüğüm bu perişan hâle sen düşeceksin!»

Kumarbazın, kumarda her şeyinden, hattâ canından bile vazgeçebilecek derecedeki ısrar, kararlılık, hırs ve irâde kuvvetini görünce, bana da apayrı bir şevk ve gayret hâli geldi. Bu musîbet tablosundan ibret alarak kendi kendime düşündüm:

Bir kumarbaz, bâtıl bir işte bile her şeyinden vazgeçecek kadar ısrarlı, hırslı ve kararlı davranırken, ben Hak yolunda nasıl bir azim, gayret ve fedâkârlık içinde olmalıyım? O günden beri Hak yolunu takip etmekteki azim ve isteğim daha da arttı. Hamd olsun Rabbime, her geçen gün de artmaktadır.”

Görüldüğü üzere o Hak dostu, şâhid olduğu müsbet veya menfî her manzaranın ibret ve hikmet dersini okuyabilecek bir gönül gözüne ve ruh hassâsiyetine sahipti.

HİVE

Cebir ve agoritmanın kurucusu olarak bilinen sıfır rakamını bulan ünlü alim EL HAREZMİ ile gökbilim matematik ve doğa bilimleri alanında çalışmalarıyla tanınan EL BİRUNİ doğup büyüdüğü şehir. Tarihi ipek yolu üzerindekien en eski şehir.Geçmişte yolcuarın bir kuyuda su bulması ile 'hey vah' diyerek şaşırması ile heyva hiva olarak günümüze kadar ismi gelmiştir. Bu tarihi şehir tam 2700 yaşında tarihte 7 kez yıkılmış 8 kez inşa edimiştir. İç Han içinde toplamda 26 medrese bulunuyor bunun en önemli sebebi başa geçen her Han'ın kendi adına medrese yaptırması denebilir. Mezarlara baktığımızda hep kerpiçlerin içinde kale surların üzerinde görürsünüz bunun sebebi toprağa ölü gömmek yasak olması yer altı sularının toprağa yakın aktığı için ölülerin suları kirleteceği düşüncesi ile böyle yapılmış.

Telve =tilki tüyüden kurt tüyünden deve tüyünden koyun yününden şapka 

ISLAM KHOJA MADRASAH
 
↓ 2 DK YÜRÜME

JUMA MASJID

 ↓ 3 DK YÜRÜME 

 TOSHHOVLİ PALACE
 
↓ 5 DK YÜRÜME

KALTA MINOR MINARET

 ↓ KARŞISI

KUHNA ARK *üst kata çık 

 ↓ 20 DK YÜRÜME

NURULLAH SARAYI

 ↓ 45 DK TAKSİ

URGENÇ HAVAALANI


ISLAM KHOJA MADRASAH
Pehlivan Mahmud Türbesi 

Evliya Çelebi şöyle aktarır ben hangi güreşçi görsem " Püryani Veli aşkına " diye başlardı. 4. Murad bile güreşirken böyle başlarmış. Püryani Veli Pehlivanların Velisi anlamında Pehlivan Mahmudun lakabıdır. 
Bir gün biri gelir Hint sultanın bir güreşçisi var kimse onun sırtını yere serememiştir onu yere serersen namın yürür diyerek düelloya davet eder. Pehlivan Mahmut kabul ediyor maç öncesi bir mezarda dua edecekken yaşlı bir kadının yarınki maçta oğlunun kazanması için dua ettiğine şahitlik ediyor ve bu yaşlı kadının gönlü olsun diye büyük maçta bile yenile yeniliyor tam sırtı yere geldiğinde gökyüzüne baktığında melekut alemini görüyor ve bundan sonra zaten rubailer yazmaya başlıyor. Yaşlı bir kadının kalbi hoş olsun diye tüm kariyerini itibarı geride bıraktığı için büyük kazançlar elde ediyor.

“Ger ber ser-i nefs-i hod emîrî, merdî
ver ber digerî nükte negîrî, merdî
Merdî nebüved füdâde râ pây zeden 
ger dest-i füdâdeî bigîrî, merdî”
(Eğer nefsine hâkim olursan, mertsin / eğer başkasının noksanını ayıbını 
araştırmazsan, mertsin // Düşen birisini tekmelemek mertlik yiğitlik değildir / eğer 
düşen birinin elinden tutarsan, mertsin) 

“Bâ kuvvet-i pîl mûr mî-bâyed bûd
bâ mülk-i dü kevn ûr mî-bâyed bûd 
În turfe niger ki ayb-ı her âdemîî
mî-bâyed dîd u kûr mî-bâyed bûd”
(Fil kuvvetine sahipken tıpkı bir karınca gibi olmalı / iki dünyanın mülküne 
sahipken çıplak olmalı // Şu ilginç hususa bak ki insanların ayıbını / görüp de kör olmalı). 


Si-sad kûh-ı Kâf râ bi hâven sûden 
nüh tâk-ı felek râ bi hûn-i dil endûden 
Sad sâl esîr-i bend-i zindân bûden 
bih zân-ki demî hem-dem-i nâdân bûden”
(Üç yüz tane Kaf dağını havanda ezmek / feleğin dokuz kubbesini bin bir 
zahmetle sıvamak / zindanda yüz yıl hapis yatmak / cahil insanla bir an bile arkadaş 
olmaktan yeğdir)

Pehlivan Mahmud asaleti, bilimi ve şiir yeteneği ile ünlüydü. Katıldığı hiçbir müsabakada sırtının yere değmediği, hiç bir güreşi kaybetmediği rivayet edilen Pehlivan Mahmud'un kazandığı bütün parayı yetimlere ve yoksullara dağıttığı dilden dile anlatmaktadır.Parlak bir zihne ek olarak, mükemmel fiziksel özelliklere de sahipti, şaire kahraman deniyordu. Hindistan, Afganistan, Irak ve İran'da dövüş ve kuvvet turnuvalarına katılmıştır. Ayrıca, türbeye, sonunda Hive Hanlığı yöneticilerinin toplu mezarlığına dönüşen büyük bir hanaka eklenmiştir. Şimdi hanaka, kompleksin merkezi binasıdır.


İslam Hoca, Avrupa kültürüne hayrandı ve Hive Hanlığını batılılaştırmaya çalıştı. Hanın izniyle Avrupa ülkelerinden çok sayıda yabancı elçi ve heyet kabul etti. Onun çabalarıyla ve masrafları kendisine ait olmak üzere bir çırçır fabrikası, Hanlığın ilk elektrik santrali, bir hastane, bir eczane, bir postane, bir telgraf, Cedidci laik okullar ve bir Rus okulu inşa edildi.Suikasta kurban giderek öldürüldü.

İslam-Hoca Minaresi, 1908 yılında Hive Hanlığı Başbakanı İslam-Hoca tarafından yaptırılmıştır. Minare ülkenin sembolüdür, XIV. yüzyıl mimarisinin erken bir örneğidir. İnşaat 1910 yılında tamamlandı. Konik şekli daha ince minare ve sağlamlık sağlıyor. Meşhur Kalyan Minaresi İslam-Hoca Minaresinden daha alçaktır. Yüksekliği 56 metre, taban çapı ise 9,5 metredir. Minarenin gövdesi tuğladan yapılmış, üzeri beyaz ve mavi sırlı çinilerle süslenmiştir.

İslam-Hoca Minaresi, Hive'nin her yerinden görülebilen en yüksek yapısıdır. Minarenin tepesine çıktıktan sonra doğu masal şehri Hive'nin en güzel panoramasını göreceksiniz .

Minarenin yanında aynı adı taşıyan bir medrese bulunmaktadır. Güneydoğu kısmında alçak masif kubbeli bir cami bulunmaktadır. Medresede 42 hücre ve büyük kubbeli bir salon bulunmaktadır. İslam-Hoca Medresesi , zamanın etkisini ve ustaların yaratıcı ilham ruhunu yansıtan eşsiz bir mimari komplekstir.

Mimarın ustalığı, mimari formların kontrast kombinasyonlarında fark ediliyor. Mayolika ve oymalarla süslenmiş mihrabın güzelliğine hayran kalacaksınız.


CUMA MESCİDİ 

Buradaki ahşap sütunlar 10. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar tarihlenebilmekte.

Camide bulunan 212 sütundan her birindeki el işçiliği tarihten bir başka sayfayı aydınlatmakta.

Hiçbir sütun bir diğerine benzemezken, sütunlar üzerindeki ahşap işlemeciliği de ustaların maharetini yansıtıyor.

Öte yandan sütunlar o kadar muntazam yerleştirilmiş ki minberden bakıldığında hiçbir sütun bir diğerini kapatmıyor ve cemaatin her bir ferdi imamı görebiliyor.

Ortasında küçük bir havuzun bulunduğu camide, havalandırma ve aydınlatma amacıyla tavanda açık bir yer bırakılmış.

Yaklaşık 2 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği bu büyük cami, günümüzde müze olarak kullanılıyor.

TOSHHOVLİ PALACE

"Taş bahçesi" anlamına gelen Toş Hovli, Araklı Han döneminde 1830-1838 yılları arasında Kuhna Ark'ın yerine yeni bir saray olarak inşa edilmiştir.Sarayın3 avlusu ve 163 odası vardır.Tavan süslemeleri ve oymalar Harem mekanındaki ahşap sütunlar, Hiva binalarında özellikle hassas ve lükstür.

KALTA MINOR MINARET


Kalta Minor yanındaki Medresenin kapının üstündeki kitabe de şöyle yazar ; Bu mukaddes medresenin yapımını Allah nihayete eriştirdi . O medrese ki dünyadaki en hayırlı medresedir. Allah onun kabrini nurlandırsın Allahkulı Hanın oğlu olan Mehmet Emin Bahadır Han.
Kaltaminor , Hiva Hanlığı hanı Muhammed Emin Han tarafından Müslüman dünyasının en büyük ve en yüksek minaresi olarak plalanmış fakat o dönem hanın vefatı üzerine minare yarım kalmıştır.Yine de büyüleyici renkleri ve görkemiyle görenleri kendisine hayran bırakmaktadır.

Planına göre minarenin yüksekliği 70-80 metre olacak, yükseklik arttıkça çapı da keskin bir şekilde azalacak, bu da minarenin sağlamlığını artıracaktı. Muhammed Amin Khan, Hindistan'daki 73 metrelik Kutub Minar'ı geride bırakarak dünyanın en yüksek minaresini inşa etmeye bile karar verdi . Buhara Hanlığı ile yarışan Hive Hanlığı taa Buharadan bakanın görebileceği yükseklikte minare yapmak istemiş ama ölüm bu plana engel olmuştur.

KUHNA ARK 

Siyaset Meydanı halka yeniliklerin duyrulduğu halkın toplandığı geniş alan.

Kuhna Ark, Hiva'nın kalbinde, şehrin batı kapısının hemen kuzeyinde İç Kale'nin batı surlarının karşısında yer alan müstahkem bir kaledir.Batı Kapısı'na girdikten sonra solunuzda, Hiva hükümdarlarının kendi kalesi ve ikametgahı olan Kuhna Ark yer alır; ilk olarak 12. yüzyılda Ok Şeyh Bobo tarafından inşa edilmiş, daha sonra 17. yüzyılda hanlar tarafından genişletilmiştir. Hanların haremi, darphanesi, ahırları, cephaneliği, kışlası, mescidi ve hapishanesi hepsi buradaydı. Hanların yaşamına bir göz atmanın yanı sıra, kompleksin bazı ince çinileri ve mükemmel manzaraları var.

Ana kalenin dışındaki girişin solundaki küçük, alçak bina Zindan'dır ; zincirler, kelepçeler ve silahlardan oluşan basit bir sergi, o zaman Kadının yanındaki askerler Karakalpak takarmış ve bunu normal halk kullamazmış . Kalpak takmak halk için mutlaka olması gereken birşey olduğu için suçluların kalpakları elinden alınırmış ki toplum içinde suçundan ötürü ayıplansın.

Ark'a girdiğinizde sağdaki ilk geçit sizi 19. yüzyıldan kalma Yaz Camii'ne götürür ; açık havadaki muhteşem mavi-beyaz bitki motifli döşemeleri ve kırmızı, turuncu ve altın rengi tavanıyla olağanüstü bir şekilde süslenmiştir. Burada Harezm arkeolojisine dair bazı ilginç görüntüler var. Yazlık cami güneşi arkasına alacak şekilde inşa edilmişki serin bir alan oluşsun. Misafirler burda ağırlansın. Buradaki çinileri yapan usta öyle bir eser çıkarmış ki sen insan olamazsın sen cinsin demeye başlamışlar. 

Yanında eski darphane var , şimdi burada basılan banknotlar ve madeni paraların, ipek üzerine basılan paraların da sergilendiği bir müze. Maalesef etiketleme sadece Özbekçedir.

Ark girişinin hemen ilerisinde, hanın hükmü dağıttığı, restore edilmiş açık hava taht odası bulunmaktadır. Yerdeki dairesel alan, artık göçebe olmayan hanların hala kullanmayı sevdiği kraliyet yurtları içindi. Çinili aivan (portiko) tek kelimeyle büyüleyici. Tahtın gerçeği gümüşten olup Rus işgali sırasında alınıp Rusyaya götürülmüş. Hana demişler sen altın tahtlara mücevher süslere layıksın Han öyle bir dinini düşkünmüş ki altın erkeklere haram benim bunu oturduğum yerden göstermem lazım. Tahtın karşısındaki nişe Kuranı Kerim konulurmuş ki hak ve adaletten şaşmadan hüküm vermeyi her an hatırlamak için.

Taht odasının sağ arka köşesinde, duvardaki bir kapı, iç Han'nın devasa batı duvarının tam karşısında yer alan Kuhna Ark'ın orijinal kısmı olan gözetleme kulesine çıkan bir kat merdivene çıkıyor. Buraya tırmanmak için ücret ödemeye değer; özellikle gün batımında şehir manzaraları olağanüstüdür.

NURALLABAİ SARAYI

Nurullabai sarayı, Hiva'nın 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki tarihini anlatır ve güzelliği ve çekiciliği, ihtişamı ve lüksü açısından diğer saraylardan aşağı değildir. Sarayın yapılış tarihi oldukça ilginçtir. Muhammed Rahim Han II (1845-1910), Hiva, Nurullabai'den zengin bir adamdan bahçesini satmasını istedi. Tüccar Nurullabai bir şartla kabul eder: Bahçenin isminin değiştirilmemesi. Khan bu şartı kabul etti. Böylece Nurullahai ismi korunmuş oldu. Yedinci oda özel ilgiyi hak ediyor, tavanı değerli taşlar ve tavus kuşu tüyleriyle süslenmiş, yedi odanın tamamı Rusya'dan getirilen porselen şöminelerin yanı sıra Hiva'da yeni olan lüks elektrikli avizelerle donatılmış. Tüm ışıkları aynı anda yakmak için küçük bir motor kuruldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

EN SON YAZIM

SRİ LANKA GEZİ REHBERİ (ÖN HAZIRLIK)

Follow Us @marifetliparmaklr