BUHARA
1.GÜN
ARK KALESİ (30.000)
↓ 5 DK YÜRÜME
BOLO HAUZ MOSQUE
↓ 8 DK YÜRÜME
İSMAİL SAMANİ TÜRBESİ
↓ 16 DK YÜRÜME
KALAN CAMİ / KALAN MİNARE / GECESİ*
↓ 4 DK YÜRÜME
ULUĞ BEK MEDRESESİ
↓ 7 DK YÜRÜME
LYABİ KHAUZ / OLD BUKHARA YEMEK
↓ 9 DK YÜRÜME
ÇAR MİNAR MEDRESE
↓ TAKSİ
Annesinin kabri de bugün Bahâüddîn diye isimlendirilen Kasr-ı Ârifân köyündedir. Nakşibend Hazretleri’nin türbesini ziyarete gelenler, Hâce Hazretleri’nin vasiyeti îcâbı, önce annesinin kabrini ziyaret ederler.
Genellikle evliya türbelerinin/mezarlarının (Bazen de Timur’un türbesinde gördüğümüz gibi sevilen yöneticilerin türbelerinde) yanına dikilen “tuğ” adı verilen uzun bir ağaç direkle işaretleme geleneği var. Bu devasa ağaç direklerin, ucuna bir de at kuyruğu asılıyor. Bu gelenek orasının kutsallığının ta uzaktan anlaşılmasına işaret eden bir Türk ve Moğol geleneği… Ve bu gelenek yüzlerce yıldır devam ediyor.
ŞAHI NAKŞİBEND BEHAEDDİN TÜRBESİ
↓ TAKSİ
SEYYİD EMİR KÜLAL HAZRETLERİ
2.GÜN
ARİF RİVEGERİ TÜRBESİ
↓ TAKSİ
MAHMUD İNCİR FAGNEVİ HAZRETLERİ TÜRBESİ
↓ TAKSİ
ABDÜLHALİK GÜCDVANİ HAZRETLERİ TÜRBESİ
↓ TAKSİ
MUHAMMED BABA SEMMASİ HAZRETLERİ TÜRBESİ
ARK KALESİ
Ark kalesi, kadim kent Buhara’nın en eski yapılarından biri.Orta Asya’yı istila eden Moğol ordularından, Buhara da kurtulamadı.Ark Kalesi,Cengiz Han’ın istilasında ciddi hasar gördü ve son şeklini 16’ncı yüzyılda aldı.
4 Hektarlık Alana sahipken Buhara Emirinin kaçma ihtimaline karşı arka girişteki 3 hektarlık alan bombolandı.
Bolşevikler zamanında uçaklarla atılan toplar müzenin girişinde görebilirsiniz.Girişteki odalar mahkemeyi bekleyen tutukluların kaldığı yerler.Zamanında hükümdarı ziyarete gelenlerin gözünü korkutmak için yapılmış. Burada aslında başka bir zindan da bulunuyor. Büyük bir çukur şeklinde düzenlenmiş olup içinde akrep yılan gibi hayvanlar ile doluymuş.Buhara’nın en son emiri Alim Han,1920 senesine kadar burada bulunmuş, Sovyetler gelmeden hemen önce Afganistan’a kaçmıştır. Asıl amacı Türkiye’ye kaçmak olan Han, bunu başaramamış ve Afganistan’da sefalet içinde ölmüştür. ( 1940 )
Kalenin girişindeki ahşap sütünlu cami sütunlar 18.yy kalma cennetin 8 kapısına ithafen 8 kapılı yapılmış.
Kalenin tören salonu limitasyon bir taht var emir burada oturur misafirlerini ağırlar şenlikler düzenlenirmiş.Yer altı kapısında emirin hazinesi ve değerli eşyaları saklanırmış. Emir kaçarken 10 ton altını ile kaçıp dağlara saklamış ama günümüzde bile altınlar nerede bulunamamış.Tahtın karşısındaki duvar emire dön duvarı bir hizmetli emire gelip arz ettikten sonra sırtını dönmemek için duvara kadar geri geri yürür sırtı duvara çarpınca emire dönüp gidermiş.
Seyidsane Emirin 15 atının bakıldığı yer.Selamhane her sabah 300 yakın hizmetçi vezir herkes toplanır Emir selam verip selamını aldıktan sonra herkes işine koyulurmuş.
Kutbi’l-evliyâi ve burhâni’l-esfiyâi kâmii’l-bid’ati
muhyi’s-sünneti, şeyhi’l-meşâyihi, Mevlânâ Hazreti Eş-şeyh
Abdulhâlık’l-Gucdüvânî (k.s.a.)
Velilerin kutbu, esfiyanın(saf gönüllerin) delili,
Bid’atin(dinde yenilik yapmak) tepesine darbe indiren, sünneti canlandıran,
şeyhlerin şeyhi Abdulhâlık Gucdevanî( hz. ruhuna). (K.S.)
Babası, İmâm Mâlik Hazretlerinin neslinden, zâhirî ve bâtınî
ilimlere vâkıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemîl Efendi idi. Rivâyete göre,
düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultânının tahtına dönmesini
sağlayan Abdülcemîl Efendi, mükâfât olarak sultânın kızıyla evlendirildi. Hızır
(a.s.), Abdülcemîl Efendi’ye bu evlilikten bir oğlu olacağını müjdeledi ve
ismini Abdülhâlık koymasını tembihledi. Bir müddet sonra Abdülcemîl Efendi,
âile efrâdını alarak Buhâra’nın Gucdüvân kasabasına hicret etti. Abdülhâlık
Hazretleri burada dünyaya geldi.
Rivâyete göre, Hazretleri bir gün bağda otururken Hızır
(a.s.) geldi ve havuza dalmasını, suyun altında iken “لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ” diye zikretmesini söyledi. Böylece ona hafî
zikrin usûlünü öğreten Hızır (a.s.), ayrıca bu zikir esnâsında sayıya riâyet
etmesi gerektiğini söyleyerek, vuk¯uf-i adedî kâidesini de tâlim etmiş oldu.
Yine bir gün Hızır (a.s.), Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretlerinin yanına gelmişti. Hâce Hazretleri, evinden iki arpa ekmeği getirdi. Hızır (a.s.) ondan yemedi. Hazretleri:“–Yiyiniz; helâl lokmadır!” dedi. Hızır (a.s.):
“–Gerçekten helâldir, ama hamurunu yoğuran, abdestsiz yoğurmuştur. Bunu yemek bize revâ değildir.” buyurdu.Bu şekilde Hızır’ın (a.s.) mânevî terbiyesi altında yetişen Hazretleri, daha sonra yine onun işaretiyle Yûsuf Hemedânî Hazretleri’ne intisâb etti.Kendileri bu hususta şöyle buyururlar:
Hafî zikir başta olmak üzere Nakşî tarîkatinin esas kâidelerini ortaya koyan ve “Ser-silsile-i Hâcegân / Hâceler silsilesinin başı”, lâkabıyla anılan Hâce Abdülhâlık Hazretleri, “Hâcegân tarîkati”ni tesis eden pîr olarak kabûl edilir. Nitekim o zamana kadar Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine nisbet edilerek “Bistâmiyye” veya “Tayfûriyye” adıyla anılan Nakşibendiyye, Gucdüvânî Hazretlerinden Muhammed Bahâüddîn Hazretlerine kadar, “Tarîk-ı Hâcegân” adıyla anılmıştır.
Gucdüvânî Hazretlerinin ortaya koyduğu sekiz esas,
Nakşibendiyye tarîkatinde seyr u sülûkün temel kâideleri olarak kabûl
edilmiştir. Kelimât-ı kudsiyye diye isimlendirilen bu kâideler şunlardır:
Ayrıca ayak ucuna bakarak yürümekte; gözü haramdan korumak, edep, hayâ, tevâzû ve Sünnet’e bağlılık fazîletleri vardır.
3- Sefer der vatan: Her adımda Hakk’a yürümek. Nefsânî sıfatlardan sıyrılıp rûhâniyeti inkişâf ettirerek mânevî zirvelere ulaştıracak olan iç âlemdeki yolculuğa yönelmek. Zâhiren de mürşid-i kâmili ziyaret edip terbiyesine girmek için seyahat etmek.
4- Halvet der encümen: Zâhirde halk ile kalben Hak ile beraber olmak.
Melik Hüseyin, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine:
“Her zaman abdestli olmak, bu yolun zarurî edeplerindendir.
Abdest aldıktan sonra, kerahat vakti değilse, iki rekât «Şükr-i vudû: Abdest
için şükür» namazı kılmak da diğer bir edeptir.”
ABDÜLHALIK GUCDÜVANİ HAZRETLERİNİN MÜRİDİNE VASİYETLERİ
1- Yavrucuğum! Sana şunu vasiyet ederim ki, takvâyı kendine
şiâr edin! İbadetlerine ve diğer vazifelerine sımsıkı sarıl! Ahvâlini
murâkabe/kontrol et! Dâimâ hatâlarının korkusu içinde ol!
2- Allah Teâlâ’nın hukûkuna riâyet edip Resûlullah Efendimiz’e karşı vazifelerini yerine getir! Anne-babanın ve üstâdının hukûkunu gözet ki Hak Teâlâ da seni muhâfaza eylesin...
3- Kur’ân-ı Kerîm okumayı aslâ bırakma! Zâhirini ve bâtınını hep Kur’ân’a göre tanzîm et! Gizli veya âşikâr, Kur’ân’ı ibret ve tefekkürle, gözyaşları içinde oku! Her bir hâlini Kur’ân ile mîzân et ve ona benzet!..
4- İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan uzak dur ki onlar, din yolunun hırsızları ve müslümanlığın yol kesicileridir.
5- Sünnet-i Şerîfe’ye sımsıkı sarıl ve selef-i sâlihîn imamlarının yolundan git!..
6- Dünyacı gençlerle, ehl-i bid’atle, mağrur zenginlerle sohbet etme! Çünkü onlar senin dînini alıp götürürler.
7- Dünyalıktan iki somuna râzı ol ve helâl ye ki, bütün hayırların anahtarı budur. Haramdan uzak ol, yoksa Hak Teâlâ’dan uzaklaşırsın!
8- Nefsânî arzuların peşinde giden insanlardan kaç ve fukarâ ile sohbet et! Kendini dünyanın yalancı süslerinden koru ki, ateş seni yakmasın! Kendi yükünü kendin taşı!
9- Helâl ye ve helâlden giyin ki ibadetlerin tadına erebilesin!
10- Allâh’ın celâlinden dâimâ kork ve unutma ki bir gün hesap mahallinde ayakta durdurulacaksın!
11- Gece ve gündüz çokça ibadet et ve cemaati aslâ terk etme! Ancak, gurura kapılma ihtimâlin varsa sakın imam veya müezzin olma!
12- Zaruret olmadan mahkemelerde bulunma! Kibirli sultan ile sohbet etme! Hak dostlarının nasihatlerinden dışarı çıkma!
13- Şöhretten şiddetle kaçın! Dindarlığın herkesin diline düşmesin!..
14- Hak dostlarının gönlüne girmeye çalış ve bu hususta çok dikkatli ol!
15- Birinin övmesiyle mağrur, yermesiyle gamlı olma! Halkın övmesi de kötülemesi de nazarında aynı olsun! (Sen esas Allah Teâlâ’nın senden râzı olup olmadığına dikkat kesil!) İnsanlara dâimâ güzel ahlâk ile muâmele et!
16- Edepli ol! Küçük, büyük bütün insanlara merhamet et! Çok gülme; zira çok gülmek gaflettendir ve gönlü öldürür.
17- Kendini Allâh’ın azâbından emin görme, fakat O’nun rahmetinden de ümit kesme! Havf ve recâ arasında yaşa ki kâmil mü’minlerin şiârı budur.
18- Yavrucuğum! Şeyh, mürîdin babası gibidir. Hattâ ona babasından daha şefkatlidir. Çünkü onu Allâh’a yakınlık makâmına erdirir. Şeyhin îkaz ve azarlaması, sana olan şefkati sebebiyledir.
19- Nefsinle dâimâ mücâdele et! Her an âhiret endişesiyle yaşa, ölümü çok hatırla!
20- Riyâset/baş olma sevdâsını gönlünden çıkar! Kim riyâset sevdâsına müptelâ ise, ona tasavvuf erbâbı demek doğru değildir.
21- Çok oruç tut; çünkü oruç insanı mahâfaza eder.
22- Gönlünü dünya muhabbetine kaptırma, dâimâ âhirete râğbet et! Dindar ve vefâlı ol! Fakih, âlim, takvâ sahibi ve sebatkâr ol!
23- Allah yolunda, Hak dostlarına hem mal, hem beden, hem de can ile hizmet et! Onlara teslim ol ve tavsiyelerine riâyet et! Teslîmiyet göstermez ve nasihatlerini tutmazsan onlardan istifâde edemezsin!
24- İnsanlardan hiçbir şey isteme ve tevekkül ehli ol! Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“...Kim Allâh’a tevekkül ederse, Allah ona kâfîdir...” (et-Talâk, 3)
Bilesin ki rızık taksîm edilmiştir. Allah sana ne vermişse, insanlara bol bol infâk eyle!
25- Cimrilik ve hasetten uzak dur; zira cimriler ve hasetçiler yarın Cehennem’e atılacaklardır.
26- Allâh’ın vaadine güven! Fânîlerden bir şey bekleme! Doğruyu söyle ve korkma! Dâimâ Hak ile beraber ol! İnsanlarla lüzumundan fazla sohbet ederek ömrünü boşa harcama, aksi takdirde Allah’tan uzak kalırsın!
27- Her zaman nefesine dikkat et, onun kıymetini bil ve diline sahip ol! Yapamayacağın şeyleri söyleme, insanlara dâimâ nasihatte bulun!
28- Yemeyi, içmeyi azalt! Az uyu ve az konuş! Acıkmadan yeme ve ihtiyaç olmadan aslâ konuşma! Gece biraz uyuduktan sonra kalkarsan namazı daha düzgün ve daha çok kılarsın.
29- Nefsi dizginleyip gönlü diriltmek için namaz ve oruçla meşgul olmak daha münâsiptir.
30- Gönlün dâimâ gamlı, gözün yaşlı, amelin hâlis, duân mücâhede, elbisen mütevâzı olmalıdır. Arkadaşların derviş, evin mescid, malın fıkıh, ziynetin zühd, dostun Cenâb-ı Hak olmalıdır.
31- Kendisinde şu beş hasleti görmediğin kişi ile arkadaş olma:
a) Âhireti dünyaya tercih etmek.
b) Ameli ilimden, ilmi de dünyaya dalmaktan üstün görmek.
c) Tevâzû ve mahviyeti, iltifat ve rağbet görmekten aziz bilmek.
d) Basîret ve firâset sahibi olmak; gizli-aşikâr bütün sâlih amellere azimli olmak.
e) Ölüme hazır olmak.
32- Evlâdım! Dünya ve onun ziynetleri seni aldatmasın! Gece ve gündüz dâimâ dünyadan âhirete göçmeye hazır ol! Kalbin hep Allah ile birlikte olsun! Allah korkusundan her zaman gönlün kırık olsun! Dünyada misafir gibi yaşa ve oradan yine misafir gibi ayrıl!
33- Evlâdım! Ben, şeyhimin -Allah onun azîz rûhunu mukaddes eylesin- vasiyetleriyle amel ettiğim gibi, sen de benim vasiyetlerimi aklında tut ve onları tatbik et! Böyle yaparsan Allah, dünya ve âhirette senin koruyucun olur inşâallah!
El Mutessellihi anil hicâbi’l-beşeriyyi, hazreti Eş-şeyh
Ârifi’r-Rivegerî (k.s.a.)
Beşeri perdelerden sıyrılmış, şeyh Ârif Rivgerî (hz.ruhuna).
(K.S.)
Mevlânâ Arif Rîvegerî (K.s) hakîkat ve marifette
zamanının bir tanesiydi. Bütün ömrünü sünnet-i seniyyeyi yaymak, bidatleri
ortadan kaldırmakla geçirdi. Silsile-i Meşâyıh’ın (K.s) en
büyüklerinden oldu. İlim, hilim, zühd, takvâ, riyâzet, mücâhede ve ibadette
üstün derecelere ulaştı.
Abdülhalık Gücdüvani hazretleri ile tanıştı ve bütün
dünyası değişti. Daha ilk günde ebedi saadet tacının başına konduğunu hissetti.
Derhal kendisine bağlandı, vefatına kadar hiç ayrılmadı.
Hocası ilk sohbetinde ona şöyle dedi:
"Hak yolcusu talebe, zamanının değerini gayet iyi
bilmelidir. Üzerinden vakitler geçip giderken kendisinin ne halde olduğunu
sezmeye bakmalıdır. Şayet geçen bir an içinde, huzurlu olduysa, bunu iyi bir
hal bilmeli. "Allahıma şükürler olsun" demelidir. Eğer gafletle geçip
gitmiş ise, hemen onu telafi etme yoluna gitmeli, yüce Yaratana nefsani
mazeretini bildirip Ondan bağışlanmasını dilemeli, estagfirullah
demelidir..."
Hem zahiri hem batıni dinlerde ihtisas yaptığı için zülcanaheyn sıfatını almıştır.Hem medresede eğitim almış hem tasavvuf ilminde.Ayın 14 gibi parladığı için ve kerametlerden ötürü Mah-ı Taban denmiştir.155 yıl kadar uzun yaşamıştır Moğol istilası dönemine denk geldiği için hayati hakkında detaylı bilgi yoktur.
Sohbetlerine şöyle başlardı:
"Allahü teâlâ hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan Resulullaha tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü Cenab-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.”
“İnsan saâdete ulaşmak istiyorsa kendisini melekler derecesine çıkarsın! Yani nefsânî arzularına meyletmeyip bilâkis nefsini kendisine itaat ettirsin! Böylece iç âlemi temizlensin, her zaman Allâh’ı zikreder olsun ve söz verdiği kulluğu hakkıyla îfâ edebilmek için bütün gayretiyle çalışsın! Allah’tan başkasını kendisine mahbûb edinmesin ve Allah’tan gayrısından ümitvâr olmasın! Her zaman ebrâr ve ahyâr’ın hizmetinde bulunsun! Keskin kılıç gibi olan vakte karşı dikkatli olsun; hiçbir dakikayı gaflet ile beyhûde geçirmesin! Allâh’ın ismini her zaman zikretsin, gönlü, cemâlî sıfatların mazharı olsun!”
"Mârifeti elde etmenin ilk şartı; nefsânî arzuları bertaraf etmek, kerâhetlerden ve şüpheli lokmalardan uzak durmak ve helâllerle gıdâlanmaktır."
El Muridi anil murâdid dünyeviyyi vel uhreviyyi Hazreti eş
Şeyh Mahmüdinil İnciri Fağnevi
Dünya ve ahret arzularından yüz çevirmiş,Mahmud İncirî Fağnevi(hz.ruhuna).(K.S.)
Mevlana Arif Rîvegerî (K.s) hazretlerinin
sohbetinde yetişerek kemâle ermiş ve vuslata giden manevî yolda saliklere
rehber olmuştur. Şeyhi Arif Rîvegerî (K.s) hazretlerinden emanet
aldığı yolu Mevlana Hâce Ali Râmitenî (k.s) hazretlerine
ulaştırmıştır. Mevlana Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) zamanın
gerektirmesi ve saliklerin hallerine binaen şeyhinin işaretini alarak cehrî
(sesli) zikre başladı. Mevlana Hafızuddin ona; “Niyetiniz böyle dürüst olunca,
böyle zikretmeniz caiz olur.” dedi. Mahmud-i Encirfagnevi buyurdu ki: “Sesli
zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz,
kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten
münezzeh olan yapabilir.”
Her hâlinde sünnete temessük eden Mevlana Mahmud el-İncîr
Fağnevî (K.s) keşif ve kerametler sahibi bir zattı. Mevlana Hâce
Ali Râmitenî (K.s) şöyle anlatır: “Velilerden birisi Hızır
(Aleyhisselâm) ile karşılaştığında; ‘Bu zamanda şerîat caddesinde ve istikamet
üzere olan kimdir? Bana haber verir misiniz ki, bu zata uyayım!’ dedi. Hızır
(Aleyhisselâm) da, ‘O zat Mahmud el-İncîr Fağnevî’dir’ buyurdu.”
Hâce Ali Râmitenî (K.s) hazretlerinin müridlerinden birisi bu soruyu soran zatın Hâce Ali Râmitenî (K.s) hazretlerinin kendisi olduğunu [Hızır (Aleyhisselâm) ile olan görüşmesini insanlardan saklamak için bu şekilde anlattığını] söylemiştir.
Menkuldür ki, bir gün Mevlana Hâce Ali Râmitenî (K.s) Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) hazretlerinin diğer
müridleriyle birlikte Râmiten Köyü’nde zikir ile meşgul olurlarken başlarının
üstünden büyük ve beyaz bir kuş geçtiğini gördüler. Bu kuş onlara doğru gayet
anlaşılır bir şekilde şöyle diyordu: “Ey Ali! Merd ol!” Bu sözleri duyan
müridler o anda kendilerinden geçtiler. Akılları başlarına geldikten sonra bu
halden sual ettiklerinde Mevlana Hâce Ali Râmitenî (K.s) şöyle buyurdu:
“O gördüğünüz Hâce Mahmud el-İncîr Fağnevî (K.s) hazretleriydi. Hak
Teâlâ ona böyle bir keramet ihsan etmiştir. Şu anda o, Hâce Evliyâ-i
Kebîr’in halifesi olan Hâce Dihkân’ın vefatının yaklaştığı haberi
kendisine bildirildiğinden onu ziyarete gitmektedir. Zira Hâce Dihkân, Cenâb-ı
Hak’tan dostlarından birisini son nefesinde kendisine göndermesini ve ebedî
yolculuğunda yardımcı olmasını istemiştir. Bu nedenle Hâce Mahmud (K.s) da onu ziyarete gitmektedir.”
El vâlihî fî muhabbeti mevlâhu’l-ğaniyyi, El-ma’rûfi bi
hazreti Azîzân Hâce Aliyyi’r-Râmîtenî (k.s.a.)
Allah’ın dostu, Gani(Zengin) Mevlasının muhabbetinde ma’rûf (Allah’ı sevgiyle
tanıyan), Azizan hoca Aliyyirrâmitenî
(hz. ruhuna).(k.s.)
İbadet ve derslerden sonra helal lokma kazanmak için
dokumacılık yapardı. Bu sebeple kendisine dokumacıların şeyhi manasına Pir-i
Nessac derlerdi.
Hace Ali Ramiteni (ks) bir gün misafir gelmişti ve evinde ikram edecek hiçbir şeyi kalmamıştıSıkıntı halini yaşarken bir müridi horoz kesip içine pilav doldurup pişirip hocasına ikram ediyor.Ona, "Getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir anımızda imdada yetişti. Sen de bizden her ne muradın var ise iste! Çünkü hacet kapısı şu anda açıktır" buyurdu. Genç de; "İlimde ve evliyalık makamında size benzemekten başka bir arzum yoktur!" dedi. O da, "Çok zor ve yükü ağır bir iş arzu ettin. Bunun yükünü kaldıramazsın" buyurdu. Genç ise; "Dünyada tek muradım, aynen sizin gibi olmaktır. Fakat yine de her emrinize razıyım" dedi. O da, gence teveccüh etti. O genç, bir müddet sonra zahir ve batında Allahü teâlânın izniyle hocasının derecelerine kavuştu. Fakat aşk sarhoşu olup, kendinden geçti. Öylece kırk gün sonra vefat etti. Ona bir anda kendi makamlarını verip, kendisi gibi yaptığı için, iki aziz manasında, üstadın ismi de "Azizan" olarak kaldı. Öyle ki mezarda ikisi yanyana yatıyor ve kimin kime ait olduğunu bilinmez derlermiş.
Devle diye biri huzura gelip biz her hizmeti yaptığımız halde gelenler size geliyor mükellef sofralar kuruyoruz yine bizden şikayetçiler sizden razılar bunun hikmeti nedir diye sormuş;
“Minnetle hizmet eden çoktur.( Karşıdan teşekkür bekleyen) Hizmeti minnet bilenlerse
azdır. Siz hizmette bulunma fırsatını elde etmiş olmayı minnet bilir ve hizmet
ettiklerinize minnettar kalırsanız, herkes sizden memnun olur, şikâyetçiniz
azalır.”
“Hak Teâlâ ile sohbet edin! Eğer O’nunla sohbet
edemiyorsanız, O’nunla sohbet eden kişilerle sohbet edin!”[Yani zikir ehli
sâlih ve sâdıklarla beraber olun! Onların hâl ve nasihatlerinden istifâde
edin.]
“İki şeye çok dikkat ediniz: Konuşurken ağzınızdan çıkana,
yemek yerken ağzınıza girene!” Helâl yemeyen kişi, kendinde Allâh’a itaat etme
gücü bulamaz, hep isyâna meyleder. Helâl yiyen kişi de Allâh’a isyankâr olamaz…
El Mukbili aleyke ve limâsivâken nâsi eş Şeyh Muhammed
Buhara’nın Râmîten kasabasının Semmâsî (Semâsî) köyünde doğdu. Gençliğinde ilim tahsiliyle meşgul oldu. Babası Seyyid Abdullah’ın tavsiyesiyle Hâcegân şeyhlerinden Mahmûd Fağnevî’ye intisap edince Fağnevî onu halifesi Ali Râmîtenî’ye gönderdi. Ali Râmîtenî’nin yanında tasavvufî eğitime devam etti ve onunla birlikte Hârizm’e gitti. Seyrüsülûkünü tamamlayarak halife olduktan sonra köyüne dönüp irşad faaliyetine başladı.
Bir keresinde er meydanından geçerken güreşmekte olan Seyyid
Emîr Külâl (Kuddise Sirruhû) hazretlerini gördü. Orada durdu ve güreşi
seyretmeye koyuldu. Yanındakilerden birisi içinden, “Şeyh hazretleri böyle bir
işi acaba neden seyreder ki?” diye geçirdi. Bu düşünce, Hâce Muhammed Baba
Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerine Allah Teâlâ’nın izniyle zahir oldu.
Bunun üzerine orada bulunanlara şöyle buyurdu: “Bu kimseler içerisinde öyle
birisi var ki, insanlar ileride onun bereketinden ve sohbetinden çok istifade
edecekler, yüksek derecelere nâil olacaklar.”
Bir süre sonra Seyyid Emîr Külâl (Kuddise Sirruhû), Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerini gördü. İlk bakışında cezbe ile dolan kalbi hemen ona meyletti. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin nur dolu bakışları adeta kalbine işledi. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin peşinden gitti ve ondan inâbe aldı. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretleri ona: “Artık sen benim manevî evlâdımsın” buyurdu. Seyyid Emîr Külâl (Kuddise Sirruhû) hazretleri zahiren-batınen şeyhinin sohbetine devam etti ve her an zikir, fikir ve ibadetle meşgul oldu. Böylece onun en büyük halifesi oldu
Menkıbeye göre Bahâeddin Nakşibend’in doğmasına yakın bir
tarihte Semmâsî, müridleriyle birlikte Buhara’nın Kasrıhindûvân köyünden
geçerken yanındakilere bu topraktan bir yiğidin kokusunun geldiğini ve
Kasrıhindûvân’ın kısa bir süre sonra Kasrıârifân olacağını söylemiş,
Kasrıhindûvân’a bir sonraki gelişinde henüz üç günlük bir bebek olan Bahâeddin
Nakşibend’i görünce müridlerine, “Kokusunu duyduğumuz yiğit budur” deyip
halifesi Emîr Külâl’e dönmüş ve, “Oğlum! Bahâeddin’den şefkat ve terbiyeni
esirgeme, yoksa sana hakkımı helâl etmem” demiştir. Semmâsî’nin bu menkıbede
geçen sözünden dolayı köyün adı Kasrıârifân olarak değişmiştir.
Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretlerinin
köyünde bir üzüm bağı vardı. Ara sıra bu bağa gelerek ağaçları budardı. Yalnız,
budama işlemini yaparken çok gecikirdi. Bu gecikmesinin hikmeti istiğrak haline
girmesiydi. Hâce Muhammed Baba Semmâsî (Kuddise Sirruhû) hazretleri,
kendisinden öyle geçerdi ki elinden bıçağı düşer ve uzun süre orada kalırdı.
Marifetlerin (Allah’ı tanıtan ilim) kaynağı, Sadatların
olgun seyyidi, Esseyyid Emir Külal ( hz. ruhuna erdir) (k.s.)
Annesi şöyle anlatır:
Gençliğinde güreşe meraklı olan Emîr Külâl Hazretleri,
Râmîten’de bir güreş meydanında bulunduğu sırada Muhammed Baba Semâsî
Hazretleri kenardan onu izlemiş ve niçin güreş izlediğini soran müridlerine:
Yaklaşık yirmi sene şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunan Emîr Külâl (k.s.), her hafta pazartesi ve perşembe günleri ikâmet ettiği Sûhârî köyünden Semâsî köyüne gider, şeyhinin sohbet ve hizmetinde bulunurdu. Bu uzun mesâfeyi katederken de dâimâ zikrullâh ile meşgul olurdu.
Emîr Külâl (k.s.), Baba Semâsî Hazretlerinin terbiyesiyle kemâl ve mürşidlik mertebesine erişinceye kadar bu yolda öyle bir mahviyet içinde çalıştı ki kimse onun hâllerine vâkıf olamadı
Sonraları Semerkand’a yerleşen Timur, Emîr Külâl’i Semerkand’a dâvet etmiş ise de Hazret, mâzeret beyân edip gitmemiş, Timur’a oğlunu göndererek şöyle demesini tembihlemiştir:
“–Oğlum! Timur’a söyle, eğer Allah Teâlâ’nın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa takvâdan ve adâletten aslâ ayrılmasın! Bunları kendisine şiâr edinsin ki kıyâmet günü kurtulabilsin! Eğer dünyaya meylederse, kendisine yapılan duâların faydasını göremez.”
“Geceleri ibadetle geçirseniz ve açlıktan beliniz keman teli
gibi incelse bile, lokma ve hırkanız helâl olmadığı müddetçe maksada
ulaşamazsınız!”
“Nefsin isteklerini terk ediniz ki âhirette utanıp mahcûb
olmayasınız. Eğer şükrederseniz Allah Teâlâ size her istediğinizi ihsân eder.
Bu dünyada ne yaparsak, âhirette onun karşılığını bulacağız.
Ey dostlar! Dikkat ediniz ve uyanık olunuz! Bir kişi hevâ ve
heveslerinden vazgeçmedikçe, tuzağına av düşmeyen ve eli boş dönen avcı
gibidir. Eğer insan Allah Teâlâ’yı unutur, gaflete dalarsa, belâ ve musîbete
dûçâr olur.
Ne yazık ki ömür bitmek üzere olduğu hâlde insan dünyalıklara dalmış, nefsinin esîri olmuş ve âhiret yolculuğunu unutup ihmâl etmiştir.”
“Ey dostlar! İhlâslı olunuz! Her işinizi Allah rızâsı için yaparsanız kurtulursunuz. İhlâssız işlenen amel, üzerinde pâdişahın mührü olmayan para gibidir. Üzerinde pâdişahın mührü bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır.
İhlâsla yapılan az amel, Cenâb-ı Hak katında çok amel
gibidir. İhlâssız yapılan çok amelin ise Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız
her ibadeti ve işi ihlâs ile yapınız! Böylece Allah Teâlâ’ya yakın ve rızâsını
kazananlardan olursunuz…
Mert o kişidir ki önce iyice düşünür sonra amel etmeye başlar. Böylece sonunda, yaptığı işten utananlardan olmaz.”
“Dünya sevgisi ve bağlarının neminden kurtulmadığı müddetçe, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak fırına sürerler. Mânevî tasarruf fırınına giren çömleklerden bâzıları sağlam, bâzıları da kırık çıkar. (Yani eksikliğini gideremez, nefsânî arzularından kurtulamaz.) Biz, kırık çıkan çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz hâline getirir, başka bir çamurla karıştırıp çömlek yapar ve tekrar fırına veririz. Sağlam çıkana dek böyle yaparız. Yani bıkıp usanmadan terbiyelerine devam ederiz.”
“Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü
kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki halktan hiçbir gelirleri yoktur.
Bununla beraber, onların birçoğu tam bir kalp huzuru, tevâzû ve kırgınlık
içinde yaşayıp giderler. Böyle kimseleri ara bul ve onlara hizmet et!”
Şeyhinâ ve melâzinâ ve kıdvetinâ ve imâminâ ve
imâm’i-tarîkati zi’l-feydi’l-cârî ve’n-nûri’s-sârî, eş-şeyh behâi’l-hakkı
ve’l-hakîkati ve’d-dîn hazreti eş-şeyh Muhammedini’l-Üveysiyyi’l-Buharî,
el-mağrûfi bi-Şâh-ı Nakşibend (Kaddesallahu sırrahu ve ilâ rûhi)
Şeyhimiz, melâzimiz(yaşadığı zamanda ki taliblerini
kayıran), örnek edindiğimiz, imamımız, tarikatın imamı, cari(akan) feyz ve sari(sirayet eden)nurun
sahibi, ârif(Allah’ı tanıyan), hak ve hakikatları süsleyen, Hz. Şeyh Muhammed
Buhari Üveysi Nakşibend’in (ruhuna ulaştır). (K.S.)
Nakşibend Hazretleri hicrî 718 senesinin (Miladi, 1318)
Muharrem ayında Buhâra’nın Kasr-ı Hinduvân köyünde doğdu. Nesebi, baba
tarafından Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e, anne tarafından ise Hz. Ebûbekir
Sıddîk’a (r.a.) ulaşır.
Küçüklüğünde babası ile birlikte nakışçılık yaptığı için
Nakşibend lâkabı ile meşhur oldu. Bâzı eserlerde, Nakşibend Hazretleri’nin
hafî/gizli zikre uzun süre devam ettiği için kalbine “اَللّٰهُ” lâfzının
nakşolunduğu ve bu yüzden Nakşibend (nakşedici) lâkabıyla anıldığı zikredilir.
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- gençliğinde sık sık
Buhâra’daki büyüklerin kabirlerini ziyaret ederdi. Yine böyle kabir ziyareti
yaptığı bir gece, gittiği mezarların başındaki lâmbalarda yağın dolu olmasına
rağmen fitili hareket ettirilmediği için ışığın zayıf olduğunu gördü. Oradan
Mezâr-ı Mezdâhin’e gitti. Kıbleye dönük olarak otururken birden gaybet[6]
hâline geçiverdi. Büyük bir tahtın üzerine yüzü peçeli bir zâtın oturmuş
olduğunu, etrâfında da pek çok kişinin bulunduğunu müşâhede etti. O topluluk
içinde Baba Semâsî Hazretleri’ni görünce bunların vefât eden Hak dostları
olduğunu anladı. O Hak dostlarından biri Nakşibend Hazretleri’nin yanına gelip,
tahtta oturan zâtın Abdülhâlık Gucdüvânî -rahmetullâhi aleyh-, yanındakilerin
de halîfeleri olduğunu söyledi ve tek tek isimlerini saydı. Sıra Semâsî
Hazretleri’ne gelince:
“–İyi dinle! Hâce Abdülhâlık Hazretleri sana seyr u sülûkte zarurî olan şeyleri telkîn edecek!” dediler.
Hâce Abdülhâlık (r.a.) yüzünden peçeyi kaldırdı ve tasavvufî terbiyenin başlangıcı, ortası ve sonu hakkında bilgiler verdi. Bu şekilde Gucdüvânî Hazretleri’nin rûhâniyetinden feyz ve bilgi aldığı için Nakşibend Hazretleri’ne Üveysî denmekte ve onun gerçek mürşidi olarak kendisinden bir asır evvel yaşayan Abdülhâlık Gucdüvânî (r.a.) kabûl edilmektedir.
Gucdüvânî Hazretleri’nin o anki sözlerinden bâzıları şunlardı:
“–O gördüğün lâmbalar sana bir işarettir. Sende bu yola karşı kâbiliyet var, ama kâbiliyet fitilinin hareket ettirilmesi lâzımdır ki meçhuller aydınlık olsun ve sırlar zuhûr etsin! Ayrıca kâbiliyet mûcibince amel-i sâlihler işlemek lâzımdır ki maksat hâsıl olsun!”
Daha sonra Hazret, üzerine basa basa şunları söyledi:
“Bütün hâllerde ayağı şerîat ve istikâmet caddesine koyarak yürümek, ilâhî emir ve nehiylere uymak lâzımdır. Amelde azîmeti tercih etmek ve Sünnet-i Seniyye’ye tâbî olmak îcâb eder. Ruhsat ve bid’atlerden ziyâdesiyle uzak durup, devamlı hadîs-i şerîfleri rehber edinmek ve her zaman Peygamber Efendimiz ve ashâbına âit haber ve nakilleri araştırıp öğrenmeye gayret etmek gerekir.”
Gucdüvânî Hazretleri’nin nasihatleri bitince, onun halîfeleri, Hâce Bahâüddîn’den evindeki Ali Râmîtenî Hazretleri’ne âit külâhı alıp Nesef’te bulunan Emîr Külâl Hazretleri’ne götürmesini istediler. Ayrıca müşâhede ettiği bu hâlin doğruluğuna alâmet olarak, yolda karşılaşacağı bâzı hâdiseleri haber verdiler. Sonra onu biraz sarstılar ve Hâce Bahâüddîn (r.a.) kendine geldi.
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) hemen yola çıkıp kendisine söylenenleri yerine getirdi. Emîr Külâl Hazretleri’nin hizmetinde bulunmakla müşerref oldu. Emîr Külâl (r.a.), Nakşibend Hazretleri’ne zikir telkîn etti ve kelime-i tevhîd’e (nefy ü isbât zikrine) hafî/gizli olarak devam etmesini söyledi. Nakşibend (r.a.), gaybet hâlindeyken Gucdüvânî Hazretleri’nden aldığı emir üzere azîmetle amel eder, cehrî zikir yapmazdı. Bununla birlikte, cehrî zikir ve semâya da karşı çıkmazdı. Bu hususta:
“Biz bu işle iştigâl etmiyoruz, ama ona karşı da değiliz!” buyururlardı.
Bahaeddin bir gün mürşidi olan Seyyid Emir Külal
hazretlerinin yanına dergaha gidiyordu.
Yolda birine rastladı. Yolunu değiştirdi. Biraz sonra aynı
kişi yine karşısına çıktı yine yolunu değiştirdi. Aynı kişi yine karşısına
çıktı.
Yine yolunu değiştirecekken karşısına çıkan kişi ona:
“Bir dakika. Sen beni tanıyor musun?”diye sordu.
Bahattin:
”Evet seni tanıyorum. Sen Hızır a.s’sın” dedi.
Hızır a.s:
“Madem beni tanıyorsun O zaman neden Herkes beni görmek için
kurbanlar,sadakalar ve mevlidler kavlederken ben üç kezdir karşına çıkmama ve
sen beni tanımana rağmen bile bile yolunu değiştiriyorsun? Bunun sebebi nedir?”
Diye sordu.
Bahaeddin:
“Ey Allahın nebisi benim bir kalbim var onu da mürşidim olan
Seyid Emir Külal hazretlerine teslim etmişim.Allaha dua et ki Allah cc bana bir
kalp daha versin ki onu da sana teslim edeyim!” dedi.
Bunun üzerine Hızır a.s Onun elbisesini açıp mübarek elini Bahaedidn’in sırtına vurup
”Helal olsun sana! Sen tarikatı Nakşibendi’nik
pirisin!Adın Şahı Bı nakş olsun” (Nakışlı Şah) dedi. Hızır a.s’ın elinin ve
parmaklarının izi nakış şeklinde Bahaeddinin sırtında oluştu. O günden sonra da
Bahaeddin’in ismi Şahı Nakşibend oldu
Nakşibend Hazretleri hacda yaşadığı bir hâtırasını şöyle
nakleder:
“Mekke’de iki kişi gördüm; birinin himmeti gâyet yüksek, diğerininki ise tam tersine zayıf idi. Himmeti zayıf olan, tavaf esnâsında Beytullâh’ın kapısının halkasına yapışmıştı. Bu kadar şerefli bir yerde ve değerli bir vakitte Hak Teâlâ’nın dışında bâzı şeyler istiyordu. Himmeti yüce olan ise Mina pazarında gördüğüm bir delikanlıydı. Tahminen 50.000 filorilik alışveriş yaptı, ama gönlü bir an olsun Hak Teâlâ’dan gâfil olmadı. O yiğidin gayretini görünce (kendi noksanlığımı düşünmekten) yüreğim kanla doldu.”
“İbadet on kısımdır; dokuzu helâl rızık taleb etmek, biri
ise diğer amellerdir.” hadîs-i şerîfini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi
emir buyururdu.
Hâce Hazretleri yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi. Her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması hususunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken onun helâl yemeğinden yemek için sohbetlerine iştirâk ederdi.
Nakşibend (r.a.), meliklerin sofrasından yemez, hediyelerini kabûl etmezdi. Melik Hüseyin’in hanımı, kendi elleriyle işlediği elbiseler göndermişti. Bütün ısrarlara rağmen Nakşibend (r.a.) onları kabûl etmedi. Hâlbuki o zaman üzerinde keçeden bir gömlek vardı. Sarık ve ayakkabıları da çok eski idi.
Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine:
“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurmuştu. Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirirken ocakta, helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını tespit etti ve hemen tevbe etti.
Nakşibend Hazretleri, el emeği ile çalışıp kazanmaya da çok ehemmiyet verirdi. Onun düstûru, dünyevî işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye yük olmamak, ancak çalışırken de Hak Teâlâ’dan gâfil kalmamaktı.
Şâh-ı Nakşibend (r.a.) çoğu zaman yemek pişirme ve sofra
hizmetinde bizzat çalışırdı. Yemek yerken uyanık olmak ve kalp huzurunu
sağlayabilmek için dervişlere devamlı tavsiyelerde bulunurdu. Müridleriyle
birlikte yemek yediğinde, onlardan biri bir lokmayı ağzına gafletle götürse,
derhâl onu yumuşak bir lisanla îkâz eder ve bir lokmayı bile gafletle
yemelerine gönlü râzı olmazdı. Şayet bir yemek öfkeyle, gönülsüz olarak ve
zorla pişirilmişse, onu yemediği gibi talebelerinden birinin yemesine de râzı
olmaz:
“–Bu yemekte zulümât (karanlıklar) var, bizim ondan yememiz münâsip değildir!” buyururdu.
Bir gün, Gadîvet bölgesine gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri:
“–Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.
Eğer bir kepçeyi öfkeyle ve gönülsüz olarak bir çömleğe soksalar, Nakşibend Hazretleri o yemeği de yemez, şöyle buyururdu:
“–Öfke, gaflet, gönülsüzlük ve zorla yapılan bir işte hayır ve bereket yoktur. Zira o işe nefsin hevâsı ve şeytan karışmıştır.
Sâlih ameller ve güzel davranışlar, helâl lokma ile mümkün olur. Helâl lokma da gafletle değil, kalp huzûru ile, uyanık olarak yenmelidir. Bütün vakitlerde vukūf-i kalbîye riâyet etmeye ve uyanık olmaya gayret etmek, kişi için mânevî bir temrin (alıştırma) olacağından, nihâyetinde bu durum, namazda kalp huzûruna vesîle olur.”
Bir defasında, abdest ve temizlik işlerinde kullanılacak suyu ısıtmak için ocağa koyan talebelerin, bu esnâda boş sözlerle meşgul olduklarını işitince, onlara şu îkazda bulunmuştu:
“–Bu kadarcık da mı bilmiyorsunuz? Yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü hazır eylemek ve lisânı mâlâyânîden muhâfaza etmek gerekir. Bu durumda o su ile abdest alan ve o yemekten yiyenin gönlünde huzur ve uyanıklık meydana gelir. Gafletle ısıtılan sudan abdest alan ve gafletle pişirilen yemekten yiyen kişinin gönlünde ise zulmet ve gaflet meydana gelir.”
“İstikâmeti taleb et, kerâmeti taleb etme! Rabbin senden
istikâmet istiyor, nefsin ise kerâmet istiyor.”
Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- fânîlerin iltifatlarından kendini koruyabilmek için kerâmetlerini gizlerdi. Bir gün kendisinden kerâmet taleb ettiklerinde:
“–Bizim kerâmetimiz ortadadır. Zira bu kadar günah yükümüz varken hâlâ yeryüzünde yürüyebiliyoruz.” buyurdular.
Müridleri, kendisinde gördükleri kerâmetlerden bahsedince de:
“–Onlar müridlerin kerâmetleridir.” diyerek tevâzû gösterdiler.
“Bizim sohbetimize gelenlerin bir kısmının kalbinde muhabbet tohumu varsa da, dünyaya olan alâkaları ve bunun oluşturduğu pislik sebebiyle bu tohum filiz verip büyüyemez. Bize düşen vazife, onların kalbini bu nefsânî arzulardan temizleyerek muhabbet tohumunu filizlendirmektir. Bâzılarının kalbinde ise muhabbet tohumundan eser yoktur. Biz onların kalbinde muhabbet oluşması için himmet ederiz.”
“Zikirden maksat; yalnızca «Allah» ve «Lâ ilâhe illâllah»
demek değildir. Belki sebepten müsebbibe (sebeplerin sebebi olan asıl fâile)
gitmek ve nîmetlerin müsebbibden, yani Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmektir.”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, üstâdının her emrini derhâl ve büyük bir titizlikle yerine getirir, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtına ihlâsla hizmet etmeyi canına minnet bilirdi.
“Kişi, insanlarla beraber olup onlara hizmet edince, halvete çekildiği zamanlardan daha fazla gönül huzûru elde eder. (Yani kesrette vahdeti yakalar, kalabalıklar içindeyken Cenâb-ı Hak ile beraber olabilirse, gönlü daha fazla huzûra kavuşur.) Bizim yolumuzda gönül âlemi ancak bu şekilde inkişâf eder. Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise âfet vardır. Hayır ve bereket, birlik ve beraberliktedir. Birlikte olmak, sohbetle mümkündür. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi, sohbetin faydalı olması şartına bağlıdır. Bir kişinin başkasıyla sohbeti ise benliği terk edip hiçliğe bürünmekle hâsıl olur.”
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh- bir defasında talebelerini hizmete teşvik etmek için; “gençliğinde Buhâra’da bulunan bütün medreselerin helâlarını temizlediğini” ifâde buyurmuş ve sözlerine şöyle devam etmiştir:
“…Üstâdım bana
«–Kalplere dikkat et! Düşkünleri, zayıfları ve gönlü kırıkları gözeterek onlara hizmet et! Halkın küçük gördüğü ve iltifat etmediği kişilere sen iltifat et ve onlara karşı tevâzû ve mahviyet göster!» tavsiyesinde bulundu. Ben de üstâdımın işaret ettiği üzere bir müddet bu hizmetlerle meşgul oldum. Sonra, tekrar o aziz dost bana buyurdu ki:
«–Hayvanların bakımını da tevâzû ve îtinâ ile yerine getir. Zira hayvanlar da Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. (Onlardaki tecellîleri müşâhede et! Onlara Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakmaya gayret et!) Hasta ve yaralı olanların tedâvisiyle meşgul ol!»
Bu emir üzerine hayvanların hizmetlerini görmeyi kendime
vazife edindim. Bir müddet bu şekilde devam ettim. Şayet yolda önüme bir hayvan
çıksa durur, o hayvan geçip gidene kadar öylece kalır, önüne geçmezdim. Yedi
sene bu minvâl üzere günlerim geçti. Tekrar o aziz dost bana şöyle buyurdu:
«–Yol ve geçitlerin bakımı ile meşgul ol! Eğer yol üzerinde insanların hoşlanmayacağı bir şey görürsen onu kaldırıp temizle ki oradan geçenlere bir zarar gelmesin!» dedi. Bundan sonra o hizmetle meşgul olmaya başladım. Öyle ki, bahsettiğim bu yedi sene zarfında üstüm başım hep toz toprak içinde olurdu. O Allah dostunun bana emrettiği her ameli, büyük bir sadâkatle yerine getirdim. O amellerden her birinin kendi ahvâlim üzerindeki neticelerini de müşâhede ettim.”
Şâh-ı Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-, Emîr Külâl Hazretleri’nin tekkesindeki ocağa, sırtında odun taşırdı. Yine, köyündeki câmi inşâ edilirken başının üzerinde çamur harcı taşımış ve şu mânâya gelen bir beyit okumuştur:
“Yâ Rabbî, Sen’in yolundaki her işi cân u gönülden yaparım! Ey mescid, senin yükünü başımda taşırım!”
Alâüddîn Attâr Hazretleri şöyle buyurur:
“Üstâdımız Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin ahlâkı pek ulvî idi. Şayet bir dostu evine gelse, bizzat hizmet eder, en güzel şekilde izzet ü ikramda bulunur ve her türlü îtinâyı gösterirdi. Misafirin bineğine de son derece îtinâ ile bakardı. Öyle ki, o dostun zihni artık bineğini düşünmekten kurtulurdu.”
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Allah yolunda çağlayanlar misâli coşkun olan heyecan, azim ve gayretini daha da kuvvetlendiren bir ibret tablosunu şöyle naklediyor:
“Bir gün yolumda giderken, bir kumarhanenin önünden geçiyordum. İçeride bir topluluğun, çok hırslı bir şekilde kumar oynamakta olduklarını gördüm. Hele içlerinden ikisi, kendilerini oyuna öyle kaptırmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değillerdi. Maddî-mânevî bütün güç ve varlıklarıyla kumara dalmışlar, sanki kumarın nefsânî lezzetinden sarhoş olmuş, kendilerinden geçmişlerdi.
Böylece ikisi, aralarında aldılar verdiler. Bir müddet sonra onlardan biri mağlup oldu, ütüldü. Kaybettikçe kaybetti. Varını yoğunu ortaya koydu. Neticede dünyalık olarak nesi varsa, rakibi hepsini elinden aldı.
Düşmüş olduğu o perişan hâle rağmen kumarbaz, ısrarla ve büyük bir gayretle oyunu sürdürüyordu. Yenildikçe de hırsı artıyordu. Bir ara, kendisini hep yenen rakibine dedi ki:
«–Bana bak! Malımı ve bütün servetimi değil, bu oyun için başımı bile vereceğimi bilsem, yine de oynamaktan vazgeçmem! Hayatım pahasına da olsa oynayacağım. Öyle ki, benim düştüğüm bu perişan hâle sen düşeceksin!»
Kumarbazın, kumarda her şeyinden, hattâ canından bile vazgeçebilecek derecedeki ısrar, kararlılık, hırs ve irâde kuvvetini görünce, bana da apayrı bir şevk ve gayret hâli geldi. Bu musîbet tablosundan ibret alarak kendi kendime düşündüm:
Bir kumarbaz, bâtıl bir işte bile her şeyinden vazgeçecek kadar ısrarlı, hırslı ve kararlı davranırken, ben Hak yolunda nasıl bir azim, gayret ve fedâkârlık içinde olmalıyım? O günden beri Hak yolunu takip etmekteki azim ve isteğim daha da arttı. Hamd olsun Rabbime, her geçen gün de artmaktadır.”
Görüldüğü üzere o Hak dostu, şâhid olduğu müsbet veya menfî her manzaranın ibret ve hikmet dersini okuyabilecek bir gönül gözüne ve ruh hassâsiyetine sahipti.
Pehlivan Mahmud asaleti, bilimi ve şiir yeteneği ile
ünlüydü. Katıldığı hiçbir müsabakada sırtının yere değmediği, hiç bir güreşi
kaybetmediği rivayet edilen Pehlivan Mahmud'un kazandığı bütün parayı yetimlere
ve yoksullara dağıttığı dilden dile anlatmaktadır.Parlak bir zihne ek olarak,
mükemmel fiziksel özelliklere de sahipti, şaire kahraman deniyordu. Hindistan,
Afganistan, Irak ve İran'da dövüş ve kuvvet turnuvalarına katılmıştır. Ayrıca,
türbeye, sonunda Hive Hanlığı yöneticilerinin toplu mezarlığına dönüşen büyük
bir hanaka eklenmiştir. Şimdi hanaka, kompleksin merkezi binasıdır.
İslam Hoca, Avrupa kültürüne hayrandı ve Hive Hanlığını
batılılaştırmaya çalıştı. Hanın izniyle Avrupa ülkelerinden çok sayıda yabancı
elçi ve heyet kabul etti. Onun çabalarıyla ve masrafları kendisine ait olmak
üzere bir çırçır fabrikası, Hanlığın ilk elektrik santrali, bir hastane, bir
eczane, bir postane, bir telgraf, Cedidci laik okullar ve bir Rus okulu inşa
edildi.Suikasta kurban giderek öldürüldü.
İslam-Hoca Minaresi, 1908 yılında Hive Hanlığı Başbakanı
İslam-Hoca tarafından yaptırılmıştır. Minare ülkenin sembolüdür, XIV. yüzyıl
mimarisinin erken bir örneğidir. İnşaat 1910 yılında tamamlandı. Konik şekli
daha ince minare ve sağlamlık sağlıyor. Meşhur Kalyan Minaresi İslam-Hoca
Minaresinden daha alçaktır. Yüksekliği 56 metre, taban çapı ise 9,5 metredir.
Minarenin gövdesi tuğladan yapılmış, üzeri beyaz ve mavi sırlı çinilerle
süslenmiştir.
İslam-Hoca Minaresi, Hive'nin her yerinden görülebilen en yüksek yapısıdır. Minarenin tepesine çıktıktan sonra doğu masal şehri Hive'nin en güzel panoramasını göreceksiniz .
Minarenin yanında aynı adı taşıyan bir medrese bulunmaktadır. Güneydoğu kısmında alçak masif kubbeli bir cami bulunmaktadır. Medresede 42 hücre ve büyük kubbeli bir salon bulunmaktadır. İslam-Hoca Medresesi , zamanın etkisini ve ustaların yaratıcı ilham ruhunu yansıtan eşsiz bir mimari komplekstir.
Mimarın ustalığı, mimari formların kontrast kombinasyonlarında fark ediliyor. Mayolika ve oymalarla süslenmiş mihrabın güzelliğine hayran kalacaksınız.
Buradaki ahşap sütunlar 10. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar
tarihlenebilmekte.
Camide bulunan 212 sütundan her birindeki el işçiliği
tarihten bir başka sayfayı aydınlatmakta.
Hiçbir sütun bir diğerine benzemezken, sütunlar üzerindeki
ahşap işlemeciliği de ustaların maharetini yansıtıyor.
Öte yandan sütunlar o kadar muntazam yerleştirilmiş ki
minberden bakıldığında hiçbir sütun bir diğerini kapatmıyor ve cemaatin her bir
ferdi imamı görebiliyor.
Ortasında küçük bir havuzun bulunduğu camide, havalandırma
ve aydınlatma amacıyla tavanda açık bir yer bırakılmış.
Yaklaşık 2 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği bu büyük
cami, günümüzde müze olarak kullanılıyor.
TOSHHOVLİ PALACE
"Taş bahçesi" anlamına gelen Toş Hovli, Araklı Han döneminde 1830-1838 yılları arasında Kuhna Ark'ın yerine yeni bir saray olarak inşa edilmiştir.Sarayın3 avlusu ve 163 odası vardır.Tavan süslemeleri ve oymalar Harem mekanındaki ahşap sütunlar, Hiva binalarında özellikle hassas ve lükstür.
Planına göre minarenin yüksekliği 70-80 metre olacak, yükseklik arttıkça çapı da keskin bir şekilde azalacak, bu da minarenin sağlamlığını artıracaktı. Muhammed Amin Khan, Hindistan'daki 73 metrelik Kutub Minar'ı geride bırakarak dünyanın en yüksek minaresini inşa etmeye bile karar verdi . Buhara Hanlığı ile yarışan Hive Hanlığı taa Buharadan bakanın görebileceği yükseklikte minare yapmak istemiş ama ölüm bu plana engel olmuştur.
Ana kalenin dışındaki girişin solundaki küçük, alçak bina Zindan'dır ; zincirler, kelepçeler ve silahlardan oluşan basit bir sergi, o zaman Kadının yanındaki askerler Karakalpak takarmış ve bunu normal halk kullamazmış . Kalpak takmak halk için mutlaka olması gereken birşey olduğu için suçluların kalpakları elinden alınırmış ki toplum içinde suçundan ötürü ayıplansın.
Ark'a girdiğinizde sağdaki ilk geçit sizi 19. yüzyıldan kalma Yaz Camii'ne götürür ; açık havadaki muhteşem mavi-beyaz bitki motifli döşemeleri ve kırmızı, turuncu ve altın rengi tavanıyla olağanüstü bir şekilde süslenmiştir. Burada Harezm arkeolojisine dair bazı ilginç görüntüler var. Yazlık cami güneşi arkasına alacak şekilde inşa edilmişki serin bir alan oluşsun. Misafirler burda ağırlansın. Buradaki çinileri yapan usta öyle bir eser çıkarmış ki sen insan olamazsın sen cinsin demeye başlamışlar.
Yanında eski darphane var , şimdi burada basılan banknotlar ve madeni paraların, ipek üzerine basılan paraların da sergilendiği bir müze. Maalesef etiketleme sadece Özbekçedir.
Ark girişinin hemen ilerisinde, hanın hükmü dağıttığı, restore edilmiş açık hava taht odası bulunmaktadır. Yerdeki dairesel alan, artık göçebe olmayan hanların hala kullanmayı sevdiği kraliyet yurtları içindi. Çinili aivan (portiko) tek kelimeyle büyüleyici. Tahtın gerçeği gümüşten olup Rus işgali sırasında alınıp Rusyaya götürülmüş. Hana demişler sen altın tahtlara mücevher süslere layıksın Han öyle bir dinini düşkünmüş ki altın erkeklere haram benim bunu oturduğum yerden göstermem lazım. Tahtın karşısındaki nişe Kuranı Kerim konulurmuş ki hak ve adaletten şaşmadan hüküm vermeyi her an hatırlamak için.
Taht odasının sağ arka köşesinde, duvardaki bir kapı, iç Han'nın devasa batı duvarının tam karşısında yer alan Kuhna Ark'ın orijinal kısmı olan gözetleme kulesine çıkan bir kat merdivene çıkıyor. Buraya tırmanmak için ücret ödemeye değer; özellikle gün batımında şehir manzaraları olağanüstüdür.
NURALLABAİ SARAYI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder